14 Nisan 2009 Salı

Şeriatçının Rüyası

2008 yılında gece geç saatlerde yayınlanan bir tartışma programında türban gündemli bir tartışma yapılıyordu. Öğrencilerin de soru sormak ve katkı yapmak amaçlı katıldığı bu programda türbanlı ve türbanı savunan gençler nasıl ezildiklerini anlatıyorlar ve üniversitede uygulanan türban yasağı dolayısıyla nasıl eğitim haklarının gasp edildiğinden bahsediyorlardı. Dini inançları yüzünden eğitim alamadıklarını belirten bu “gençler” son derece masum olduğunu ileri sürdükleri taleplerini yineliyor ve bu taleplere karşılık veremeyen ceberut devleti suçluyorlardı. Bununla da kalmıyor her hak arama girişimlerinde karşılarına aynı devletin polis gücünün çıktığını ve bu gücün fiziki şiddetine maruz kaldıklarını anlatıyorlardı.

Hepsi otuzlu yaşlarında olan ve neredeyse yine hepsi evli olan bu “gençler” türban konusunda demagoji yapmaya o kadar alışmışlardı ki meselenin boyutlarını bilmeyen ve aynı gerici güruhun insanlık dışı eylemlerinden bihaber olan bir kişi gerçekten bu konuşmalar karşısında göz yaşlarına boğulabilirdi.

Ta ki bu “mazlum gençlerden” hızını alamayan birinin nasıl ezildiklerini anlatmak için başladığı konuşmanın sonunda gözünden ateş saçarak, “biz sadece üniversitelere türbanla girmek istemiyoruz, türban yasağını koyanları da şeriat mahkemelerinde yargılamak istiyoruz” diyene kadar. Bir anlık sinir bu “mazlumların” aslında özgürlükten ne anladıklarını ortaya koyuyordu. Bu gafı izleyen alkış tufanı ise bu özgürlük anlayışını oradaki bütün “mazlum gençlerin” paylaştığını gösteriyordu.

Gericilerin fiziki saldırıları dahil olmak üzere benzer tartışmalara alışkın biri olarak bile bu “gencin” konuşması benim kanımı dondurmaya yetmişti ancak iddiasının Türkiye için çok güncel bir durum olduğunu sanırım çok geç fark ettim.

Türkiye’de iktidar perspektifi olan şeriatçı bir örgütlenmeden öte toplumsal yaşamın gericileşmesinin ve AKP’nin daha büyük bir tehlike olduğunu sürekli vurgulamama rağmen kişisel olarak durumun vahametinin tam da farkında olmadığımı söyleyebilirim. Ergenekon’da 12. dalgaya dair haberleri izlerken gerçeğin istilası ile baş başa kaldım. Son birkaç yıldır siyasi olarak işaret ettiğimiz gericileşme tehlikesinin ne kadar büyüdüğünü ve aslında şu anki haliyle bile “mazlum gencin” ağzından salyalar saçarak kurduğu hayallerin dahi ötesine geçtiğini bugün tam olarak fark ettim.

Ergenekon operasyonu ile birlikte türban yasağını destekleyen bir çok üniversite rektörü ve akademisyen göz altına alınmıştı. 12. dalga dikkatimin biraz daha türban meselesine yoğunlaşmasına yol açtı. “Mazlum gencimizin” rüyası gerçek olmuştu. Belki şeriat mahkemesi değil ama bu ülkenin kendi hukuk sistemi türban yasakçılarını yargılamaktaydı.

Marx 18. Brumaire’de Napolyon için “tarihte olaylar iki kez tekrarlanır ilkinde tragedya ikincisinde komedi olarak” der. Napolyon’un hükümet darbesinin bir diğer tekrarı da sanırım bugün ülkemizde gerçekleşmektedir hem de neredeyse harfi harfine aynı biçimde. Fransa’da cumhuriyetçiler ve kralcı fraksiyonlar dahil burjuvazinin bütün kesimleri 1848 ayaklanmalarından sonra devam eden süreçte devlet başkanı olan Napolyon’u kendisinden nefret etmelerine rağmen desteklemişlerdir. İşçi sınıfının ve cumhuriyetçi radikallerin ilerici görüşlerine karşı bütün burjuva kliklerinin aptal ve yetersiz bulduğu Napolyon düzenin çıkarlarını koruyabilecek tek kişi olarak görülmüş ve sonuna kadar desteklenmiştir. İşçi sınıfının ve ilerici fikirlerin bu koalisyon tarafından ezilmesi sonucunda Napolyon’a karşı burjuvaziyi ve cumhuriyeti savunabilecek hiçbir unsur kalmamıştır ve Napolyon devlet başkanı olduğu dönemde sömürdüğü hazine sayesinde zenginleştirdiği yardakçıları ile birlikte cumhuriyeti de fes etmiş ve hükümet darbesi ile mutlak iktidarını kurmuştur. Kısacası sınıfsal çıkarları dolayısıyla Napolyon’u destekleyen burjuvazi de Napolyon diktatörlüğünün mağduru olmuştur.

Çeşitli farklılıklar ve özgünlüklerle birlikte Türkiye’de de benzer bir süreç işlemektedir. 12 Eylül’ün öncesinde ve sonrasında ama özellikle sonrasında düzen sola karşı çok güçlü bir devlet yapılanması kurmuş gerek emniyet teşkilatı ve kontrgerillası ile gerekse açtığı okullar ve desteklediği tarikatlarla yaydığı dinci gerici ideoloji ile Türkiye’de solun güçlenmesinin önüne set çekmeye çalışmıştır. Bu projeleri hayata geçirenler, toplumsal gericileşmenin önünü açanlar TSK gibi veya bir dönem üniversite yönetimlerinde bulunmuş kişiler gibi laik ve Kemalist olarak görülen insanlar veya kurumlardır. Miting meydanlarında ayetler okuyan ve İmam Hatip Liseleri açan ordudan, ilerici öğrencileri ve akademisyenleri suçsuz yere soruşturmaya uğratan ve okuldan uzaklaştıranlar yine bu kişilerdir. Düzenlerinin bekası için güçlendirdikleri gerici ideoloji ve örgütlenmeler önce Refah Partisi daha sonrasında ise Adalet ve Kalkınma Partisi’ni yaratmıştır.

ABD emperyalizmi ve Türkiye sermaye sınıfı açısından bulunmaz Hint kumaşı haline gelen, düzenin işçi sınıfına karşı bekası ve emperyalizmle entegrasyonu için en iyi unsur olarak görülen AKP iktidarı bu alternatifsizliğin verdiği rahatlıkla ve iktidar olmanın olanaklarını da kullanarak güçlendirdiği yandaş sermaye ve medyası ile birlikte kendi diktatörlüğünü ilan etmiştir. Bugün AKP karşıtı olan medya gruplarına bakıldığından AKP iktidarının ilk yıllarında nasıl AKP yanlısı haber yaptıkları rahatça görülebilir.

Kısacası kapitalist sistemin bekası için işçi sınıfı ve sola karşı gericilikle kol kola giren Kemalist kurum ve çevreler aslında kendi mezar kazıcılarını yaratmıştır. Sola karşı kullanılacak bir yapı olarak güçlendirilen gerici örgütlenmelerin siyasi açılımları ile emperyalizmin çıkarları uyuştuğu noktada AKP kendi diktatörlüğünü ilan etmiş ve zamanında onun alanını sınırlamaya dair adım atanları cezalandırmaktadır. AKP’nin bu cüreti bulabilmesindeki en önemli nokta karşısında ona direnç oluşturabilecek güçlü bir sol örgütlülüğün olmamasıdır. Zamanında gerek yaptıkları katliamlarla gerek gericiliğin ve piyasanın önünü açan adımlarla solu tasfiye edenler şimdi bunun bedelini ödemektedir.

Eğer mesele sadece onlar olsaydı “zaten AKP’den fazlasını hak etmiyorlar” derdik ama bu ülkenin halkı AKP’yi hiç hak etmiyor.

20 Temmuz 2008 Pazar

Kontgerillanın Faydaları

Kontrgerillayı kapitalist devletin kendini iç ve dış düşmana karşı korumak için oluşturduğu bir illegal yapılanma olarak görebiliriz. Özellikle NATO üyeliği ile birlikte bu örgütlenme bütün ülkelerde modernize edilip özellikle sola ve ilerici hareketlere karşı kullanılmıştır. Kontrgerillanın bilindik görevleri arasında katliamlar ve suikastler gerçekleştirme, provokasyon ortamı yaratarak halkı sindirme ve korkutma politikalarını sayabiliriz ancak bunların dışında kontrgerillanın belli dönemlerde iktidara sunduğu öyle bir olanak vardır ki belki yukarıda sıraladığımız faydalarının hepsinden daha önemlidir. Bu olanak kontrgerillanın tasfiyesi sırasında iktidarın sağlayacağı meşruiyettir. Bu durumun yakın tarihteki ilk örnekleri Sovyetler Birliği'nin çözülüş sürecine girmesiyle birlikte Avrupa ülkelerindeki gladio örgütlenmelerinin iktidar tarafından kabul edilip tasfiye edilmesidir. Sovyetlerin çözülüş sürecinde kontrgerillanın tasfiyesi, Sovyetler içinde direnç oluşturabilecek unsurların duyarlılıklarının yumuşatılması açısından kritik olduğu kadar Avrupa ülkelerindeki sol hareketlerin demokrasi başlığı üzerinden düzene eklemlenmesi ve Soğuk Savaş döneminde yüzlerce katliam ve suikasta imza atmış kapitalist devletlerin kendilerini aklamaları için de önemliydi. Ülkemizde bu pratik ilk olarak TSK eliyle Susurluk çeteleri üzerinden denenmiştir. Susurluk kazası sonrasında temiz toplum söylemiyle başlatılan ve sivil toplumcu ideolojinin güçlendirilmesi çabalarıyla devam eden süreç sonrasında ASparti'nin gerici Refah Partisine karşı mücadelesinde üstüne basacağı toplumsal duyarlılığın oluşmasını sağlamıştır. Türkiye'nin Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde ileri bir adım atabilmesi için gereken toplumsal yapı MGK'nın merkezinde durduğu bu restorasyon hamlesi ile yapılmış aynı zamanda Refah Partisine karşı bir mücadelenin de zeminini yaratmıştır.
Şimdi aynı adım yine emperyalizmle daha kuvvetli bir entegrasyon için ve düzen içi bir çatışmada güç kazanmak için AKP tarafından Ergenekon operasyonu ile atılmaktadır. Üstelik AKP bu adımı ASparti'ye göre çok daha yetenekli bir biçimde gerçekleştirmektedir. Ergenekon operasyonunun özellikle ilk halkasında gözaltına alınanların büyük bir bölümünün faşistliğinden kimsenin kuşkusu yok çetecilikle, kontrgerillayla ilişkileriyle de isimleri sık sık anılmış kişiler. Sürecin Susurluk örneğinden farkı ise AKP'nin bu süreci bir adım daha ileri taşımasıdır, AKP bunu yalnız bir meşruiyet alanı yaratmak için değil aynı zamanda düzen içi rakiplerinin alanını kapatmak ve kendine muhalif olan kesimlerde bir ideolojik manipülasyon yapmak için kullanmaktadır. Operasyonun sonraki adımları işte bu amaç için kurgulanmıştır. İlk dalgada tutuklanan çetecilerin ardından gelen dalgaların toplumda AKP karşıtı olarak bilinen eski rektörlerden, gazetecilere, siyasi parti liderlerinden, öğrenci örgütü temsilcilerine uzanması AKP açısından çok önemlidir. Çünkü bu sayede AKP kendine muhalif olan bütün unsurları darbecilikle suçlama olanağına kavuşmuş ve AKP karşıtlığını darbeciliğe endekslemiş olmaktadır. Zaten ABD'ye bağımlılıklarından dolayı AKP'ye karşı ciddi bir karşı sessiz kalan ve tükenmekte olan düzen içi direnç odaklarının yanı sıra AKP bu süreçle birlikte kimi "sol" örgütleri ve siyasetçileri de darbe karşıtlığı üzerinden kendine eklemleyerek kendine karşı oluşabilecek toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek yolunda şimdilik önemli bir mevzi kazanmıştır. Hatta bu konuda öyle mesafe katetmiştir ki AKP'nin Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısına karşı yapılan bir yürüyüşe dahi AKP kapatılamaz pankartıyla katılan sol örgütler olmuştur.
AKP'nin Ergenekon sürecini yürütmekteki ustalığı yalnızca toplumsal muhalefette oluşturduğu ideolojik manipülasyon ile sınırlı değildir. Ergenekon operasyonu ile birlikte görülmüştür ki AKP demokrat maskesi ile güç ideolojisini çok yetenekli bir şekilde aynı anda kullanabilmektedir. Bir yandan kontrgerillayı tasfiye etme iddiasıyla yürüyen ve AKP'ye demokrat yakıştırmalarının yapılmasını sağlayan bu operasyon bir yandan da bütün unsurlarıyla güç ideolojisinin AKP adına yeniden üretildiği bir örnektir. Taraf gazetesi üzerinden AKP'ye transfer olan kimi eski "sol"cular her ne kadar ayrıntıya değil öze bakalım dese de Ergenekon operasyonunda eski bir deyişle şeytan ayrıntıda gizlidir. TSK'nın kurmay heyetinde görev yapmış paşaların ve doksan yaşındaki yeri yurdu belli koruma polisiyle gezen gazetecilerin sabah dörtte kapılarının kırılarak girilmesi ve gözaltına alınması, yüksek yargı mensuplarının ya da askeri personelin ses kayıtlarının ya da videolarının internete düşmesi, operasyona dair ayrıntıların gerici medyaya servis edilmesi ve daha birçok örnek ele alınabilir. Bu ayrıntılara bakıldığında hiç de liberallerin iddia ettiği gibi "paşalar bile yargılanabiliyor" diyerek halkın siyasallaşacağı ve düşünce özgürlüğünün önünün açılacağı bir süreç yaşanmamaktadır. Tam tersine insanlar bu "ayrıntı"lara bakarak paşalara bile bunu yapabiliyorlarsa, kanserden ölmekte olan bir insanı bile tedavi için tahliye etmeyip ölüme mahkûm ediyorlarsa bize neler yaparlar diyerek sinmekte ve siyasetten uzaklaşmaktadır. Ayrıca Ergenekon operasyonu ile birlikte toplum tarafından siyaset gizli kapılar ardında birilerinin kurguladığı bir olgu olarak algılanmaya başlanmıştır ve halk eylemlerin içeriğine bakmak yerine bu eylemin hangi "derin" örgüt tarafından yapıldığını tahmin etme yarışına girmeye başlamıştır. AKP'nin güç ideolojisine dair bir diğer ayrıntı ise gözaltına alınan isimlerdir. Özellikle gözaltıların ikinci halkası ile birlikte AKP gerektiği takdirde herkesi gözaltına alabileceğini göstererek düzen içi muhalefeti sindirmeye çalışmıştır. Bu operasyondan sonra uzlaşma çağrılarının gelmesi ise AKP'nin bu adımının ne kadar başarılı olduğunun da göstergesidir.
Sol Ergenekon operasyonunun karşısında durursa düzen içi bir taraf olur mu? Ergenekon operasyonunun AKP'ye düzen içi rakipleri karşısında ciddi bir güç kazandırdığı doğrudur ancak operasyonunun seyrine bakarsak AKP ile TSK'nın karşı karşıya geldiği bir süreç değil tam tersine uzlaşarak kimi unsurları tasfiye ettiği bir süreç söz konusudur. Soruşturmanın ilerlemesi için gerekli izinlerin alınmasından, kanıtların toplanmasına kadar bir uzlaşı söz konusudur. AKP'nin bu süreçte güç kazandığı gerçek olmakla birlikte sürecin bir diğer önemli noktası ordunun yaşadığı dönüşümdür. 28 Şubat süreci gerici hareketteki radikal unsurları tasfiye ederek AKP gibi tarihin en işbirlikçi partisini yaratmıştı. Bugün içinden geçtiğimiz süreç ise ordu gibi kurumlardaki radikal ve NATOcu olmayan unsurların tasfiyesidir. Artık TSK bir darbe durumunda ABD'den daha rahat onay alabilecek bir kurumdur ve bu nedenle bir darbe daha gerçek bir olasılıktır.
Bütün bunlardan sonra sola AKP karşıtlığında inat etmek düşmektedir. Ergenekon operasyonu ile birlikte özellikle düzen içi direnç noktalarının yumuşadığı bir gerçektir ancak bu aynı zamanda bu unsurlara umudunu bağlamış kesimlerin yeni arayışlara yönelmesine de yol açacaktır. Ayrıca Ergenekon soruşturması her nasıl ilerlese ilerlesin bugün için bir mayın tarlasını andırmaktadır ve her halükarda sola alan açabilecek krizlere gebedir.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

27 Mayıs’a bakmak ve 2008’i anlamak

AKP’nin kapatılma davası, Ergenekon operasyonu, darbe tartışmaları devam ederken, 27 Mayıs’ın yıldönümünde, bugünkü süreci anlamak için geçmişe bakmak her zamankinden daha önemlidir. Türkiye’de siyaset sahnesi, solun ciddi bir odak olarak tarih sahnesine çıktığı dönemler dışında düzen içi blokların çatışmaları ile geçmiştir. Kemalist elitler ve muhafazakarlar diye tasnif edebileceğimiz bu iki blok Osmanlı’nın son dönemlerinden beri karşı karşıya gelmektedir ve 27 Mayıs darbesi bu çekişmedeki kritik süreçlerden biridir. Doğru siyaset yapabilmek her zaman için doğru bir teoriyi gerektirir ve doğru teori de ancak tarihsel süreçlerin soyutlanması ile elde edilebilir. Dolayısıyla 48. yıldönümünde 27 Mayıs darbesi her zamankinden daha fazla incelenmeyi hak etmektedir.

Türkiye tarihinin en çok tartışılan darbesi, kimilerine göre ilerici bir devrim kimilerine göre ise demokrasinin askıya alındığı bir olaydır. Dolayısıyla 27 Mayıs darbesine dair bir yazı yazılırken, bu yazıyı darbeci, ultra demokrat yada uzlaşmacı bir eğilimle noktalamak bir gelenek haline gelmiştir. Kuşkusuz yazarın tarafsızlığından değil ama belki başka bir tarafta olmasından dolayı bu yazının akıbeti diğerlerine benzemeyecektir.

Yukarıda Kemalist elitler ve muhafazakarlar diye adlandırdığımız iki kanatın bu çekişmesinin tarihi çok eskiye dayanmaktadır ve bu tarih içerisinde Kurtuluş Savaşı sürecini dışarıda bırakırsak her iki eğilimin de bugüne kadar –başta İngiliz sonrasında Amerikan- emperyalizmiyle kol kola yürüdüğünü gözlemleyebiliriz. Kemalist iktidarın, savaşın hemen sonrasında toplanan ilk iktisat kongresinde İngilizlere göz kırpması ve daha sonrasında İngilizlerle imzaladığı anlaşmalar bağımsızlıkçı tutumunun ne kadar kalıcı olduğunun göstergesidir. Muhafazakarlar diye adlandırdığımız DP-AKP çizgisinin kendisi zaten bulduğu her fırsatta işbirlikçilikte sınır tanımadığını deklare etmekten çekinmemektedir. Her oyuncunun emperyalizme bağlı olduğu bir oyunda bağımsız atılan adımlar aramak son derece saçmadır. Türkiye’de düzen kutupları arasındaki bu çatışmalarda iç dinamikler kadar dış dinamiklerin de ciddi bir etkisi vardır. 2. Dünya Savaşı sırasında faşizm özentisi politikalar uygulayan CHF’nı kurtarmaya Türkçülük-Turancılık davaları yetmemiştir. Toplumsal meşruiyeti oldukça yıpranmış ve kadrolarının belirli bir kesiminde devletçilik gibi liberalizme “uzak” tonlar taşıyan bir CHP’nin yerini Demokrat Parti’nin alması kaçınılmazdır. Kaçınılmaz olan gerçekleşmiş ve özellikle toprak reformuna ürettiği direnç ile toprak ağalarında ve büyük burjuvazide bir taraflaşma yaratmayı başaran Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Kısacası düzenin sağ kanadı hem CHP’nin yıpranması hem de dünya konjonktürü ve emperyalizmin göz kırpması ile iktidara gelmiştir. 27 Mayıs darbesi ise bu sürecin tersten yaşanmasıdır. 1950lerde Türkiye’nin içine girdiği kriz süreci DP iktidarını yıpratmıştır. Emperyalizmin içine girdiği eğilim ve ekonomik yapılanmanın farklılaştığı ve Marshall planı kapsamında daha fazla kredi alamayan DP iktidarının yeni krediler için Sovyetler Birliği’ne yöneldiği bir dönemde gerçekleşen 27 Mayıs’ın ilk açıklaması “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” olmuştur. Kısacası 27 Mayıs Kemalist elitlerin ABD’den icazet alarak yada en azından göz kırparak gerçekleştirdiği bir darbedir.

27 Mayıs’ın getirdikleri ve götürdükleri nelerdir?

27 Mayıs’ı gerçekleştiren darbecilerin birçoğu anti-komünist eğilimleri son derece güçlü olan kişilerdi ki daha sonrasında tasfiye edilen Alpaslan Türkeş liderliğindeki ekip MHP’nin de kurucuları olmuştur. Ancak ilk açıklaması NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız olan ve birçok anti-komünist subay tarafından gerçekleştirilen bu darbe Türkiye’de sol hareketin önünü büyük ölçüde açmıştır. DP iktidarının baskıcılığına, dışa bağımlılığına, sömürücü kimliğine, geri ideolojilerle kurduğu bağa karşı oluşan tepkilere önderlik ederek iktidara gelen 27 Mayıs hareketi doğal olarak demokrasinin, özgürlüklerin, kamuculuğun, bağımsızlıkçılığın, planlamanın vs. bir erdem olarak görüldüğü bir dönem başlatmıştır. Darbecilerin niyetlerinden ve isteklerinden bağımsız olarak açılan bu dönem ve bu dönemin ortaya çıkardığı 1961 anayasası toplumda çeşitli arayışları ortaya çıkartmıştır ve solun yükselebileceği bir zemin oluşturmuştur. 60lı yıllardaki sol yükselişi belirleyen iç dinamiklerden biri darbenin toplumda yarattığı bu ilerici arayışlardır. O dönemde solun teorik zaafları bulunduğu aşikardır, bu zaaflar dolayısıyla bu yıllarda Türkiye solunun belli kesimleri toplumda oluşan bu arayışı bir devrim stratejisine kanalize etmek yerine ordudan görev beklemeyi tercih etmişlerdir ancak bu gerçek 60-70 arasında gerçekleşen sol yükselişin ve 27 Mayıs’ın açtığı sürecin bu yükselişteki katkısını değersizleştirmemektedir. 27 Mayıs darbesinden Türkiye solunun çıkartması gereken en büyük ders düzen içi çatışmaların ilerici arayışlar üretebileceğidir. Düzen içi blokların önderliği ile bu önderliğin hitap alanında olan kitle arasında, özellikle karşı karşıya geliş dönemlerinde, bir açı oluşabilmektedir ve bu açı bu kesimlerde belli arayışları ortaya çıkartmaktadır. Sol bu arayışlara önderlik edebildiği ölçüde güçlenebilir. 27 Mayıs’ta darbeyi yapan klik yukarıda da belirttiğimiz gibi sol düşmanıydı ancak DP iktidarı ile karşı karşıya geliş sürecinde 27 Mayıs’ın kullandığı söylemler toplumda ilerici ve bağımsızlıkçı eğilimlerin ve arayışların güçlenmesini sağladı. 27 Mayıs’ın önderliği bu arayışlara adres olabilecek bir nitelikte olmadığından bu arayışlar da kendine düzen dışı solda yer buldu.

Bugünden 27 Mayıs’a bakarken nasıl bir tablo görmek gerekmektedir?

Öncelikle söylenmelidir ki bugün Türkiye’de ikinci bir 27 Mayıs beklemek akıl dışıdır. 27 Mayıs çok özgün bir dünya konjonktüründe ordu hiyerarşisini de bozmuş olan bir darbedir. 27 Mayısçılar bir yandan Türkiye kapitalizminin bekası için adım atarken diğer yandan ABD’den onay alarak bir müdahalede bulunmuşlardır. Ancak bugün bakıldığında ABD emperyalizmi Büyük Ortadoğu Projesi için kesinlikle AKP’ye ihtiyaç duymaktadır ve kısa vadede AKP projesinden vazgeçmeyecektir. 27 Mayıs’ın gerçekleştiği dönemde Türkiye’de etkin bir sol örgütlenme yoktur ve bu anlamda 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadrolar sol düşmanı olsalar dahi yaptıkları işte solu hesaba katmamışlardır. Ancak 60-80 arasında sol hareket ile ciddi bir kavga süreci yaşayan Türkiye egemen sınıfları, içinden geçtiğimiz dönemde solun güçlü olmamasına rağmen, atacakları her adımda solu hesaba katmaktadır. Dolayısıyla 27 Mayıs gibi radikal bir çıkışın bundan sonra Türkiye topraklarında gerçekleşmesi çok olası değildir buna ne iç ne de dış odakların niyeti vardır.

O zaman günümüzde şiddetlenmekte olan bu düzen içi gerilimlere karşı sol nasıl bir tavır almalıdır?

Bugün yaşanan süreç Türkiye’de ilericilik, kamuculuk, bağımsızlıkçılık anlamında elde kalan her şeyi tasfiye etmekte ve Türkiye’yi ABD’nin uydusu olacak bir ılımlı İslam cumhuriyetine doğru sürüklemektedir ve bu süreç toplumun geniş kesimlerinde tepkisellikler de yaratmaktadır. Kemalist bloğun siyasal aklını oluşturan ordu özellikle 22 Temmuz’dan itibaren AKP’ye karşı açıklama yapmamayı tercih etmektedir. Bununla birlikte ortada 22 Temmuz’dan aldığı yenilgi sonrasında tüm iddiasını yitiren bir CHP vardır. Bu anlamda AKP’ye karşı tepkiselliği olan geniş kitleler ciddi bir arayış içerisine girmiştir. Türkiye solu ikinci bir 27 Mayıs’ın imkansızlığından olanak çıkartmalıdır. Bugün Kemalist kliğin önderliğini yapan unsurların büyük bir kısmı ciddi bir sessizlik içerisindedir ve bu süreçte sol AKP karşıtı arayışların odağı haline gelebilir. Eğer AKP karşıtlığında tutarlı ve bütünlüklü bir politika izlenebilirse, yargı gibi kurumların yaptığı açıklamalardan da sol kendine bir enerji yaratabilir, çünkü genel olarak bu kurumlar şu anda bir akıl tutulması ve dağınıklık hali yaşamaktadır ve toplumun önüne koyacak bütünlüklü bir mücadele hattından ve projeden yoksundur. Toplumun bu denli taraflaştığı ve arayış içine girdiği bir dönemde sol, siyaseti cam akuvaryumun içindeki balıkları izler gibi izleyemez. Sol bu sürece müdahale etmeli ve taraflaşmanın boyutlarını değiştirerek kendini bir taraf haline getirmelidir. Bu anlamda solun önünde duran en büyük görev bugüne kadar AKP’ye yönelen ve çeşitli noktalarda orta sınıf kimliği taşıyan tepkileri işçi sınıfı mücadelesi ile buluşturmaktır. SSGSS ve özelleştirmeler gibi emek düşmanı politikaların yoğunlaştığı bir dönemde AKP karşıtı mücadeleye işçi sınıfının damgasını vurmak gereklidir. Bu sayede toplumdaki aydınlanmacı, bağımsızlıkçı eğilimlerin işçi sınıfı mücadelesi ile birleştirilmesi çok kritiktir. Çünkü bu eğilimlerin gerçekleşebilmesinin tek şartı bugün gericiliği ve bağımlılığı yaratan sömürü düzeninin ortadan kaldırılabilmesidir.

Bu noktada özellikle yerel seçimler başlığında solun önünde ciddi bir görev durmaktadır. Türkiye solu yerel seçimlerde AKP karşıtı odaklar yaratmak zorundadır. Tutarlı ve kararlı bir AKP karşıtlığı, Türkiye’de düzen siyasetinin etkisi altındaki çeşitli kesimleri de sola çekebilecek bir siyasi hattır. Seçimler Türkiye’de ortaya çıkan tepkiselliklerin ve arayışların sola kanalize edilebilmesi için önemli ve çok kritik bir dönemdir. Sol seçimlerde özellikle yerelliklerde AKP karşıtı bağımsızlıkçı, ilerici odaklar oluşturmalıdır bu başarılamadığı takdirde düzenden bağımsızlaşma eğilimi gösteren tepkisellikler ve arayışlar bir kez daha CHP’ye yada başka düzen partilerine terk edilmiş olacaktır.

Filler tepişirken çimenler ne yapmalı?

Düzenin kırılma dinamikleri yada filler tepişirken çimenler ne yapmalı?


Türkiye’deki egemen bloklar arasındaki çatışmaya dair bir yazıya başlamadan önce siyasetin nasıl algılanması gerektiğini vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Siyaset, özellikle de devrimci siyaset bir kimlik deklarasyonu yada diğer öznelere göre bir konum belirleme olarak algılanmamalıdır, çünkü siyaset her şeyden önce bir taraflaştırma ve dönüştürme işidir. Ancak Türkiye solunun uzun yıllardır devam eden güçsüzlüğü, onu sadece kendi tavrını deklare eder bir konuma itmiştir. Sağlam teorik temele ve stratejiye dayanmadan atılmaya çalışılan cesur adımlar kimi durumlarda sınıf uzlaşmacılığı ile sonuçlanmıştır. Bugün Türkiye’de yaşanan süreç bu anlatılanlar çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Ferda Koç, sendika.org’daki 5 Nisan tarihli yazısında egemen bloklar arasındaki çatışmada solun alması gereken tavrı tartışmış, her iki tarafın da gerici bir tarihsel kimliğe sahip olduğunu dolayısıyla bu çatışmadan ilerici bir dinamizmin çıkamayacağını ve solun gücünün de bu süreci zorlamaya yetmeyeceği kanaatine varmıştır. Vardığı bu kanaat doğrultusunda solun bu süreçte aldığı tavrın önemsenmemesi gerektiğini öğütlemiştir.

Türkiye’de muhafazakar-İslamcı kesimler ile Batılılaşmacı-modernist elitler arasındaki çatışmanın tarihi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinden daha gerilere gider. Bütün bu tarih içerisinde, özellikle de cumhuriyet tarihi içerisinde bu düzen içi çatışmadan ilerici bir dinamizmin yaratılabildiği dönemler olmuştur ancak genel bir zaaf olarak bu süreçlerde sol hareket ya etkisiz kalmıştır yada çatışan taraflardan birine eklemlenmiştir. Dolayısıyla bu kırılmalarda yaratılan dinamizm sol adına bütünlüklü bir strateji ile iktidar alternatifi haline gelememiştir.

Bütün bu veriler değerlendirildiğinde sürece yaklaşırken bir titizlik gösterilmesinin önemi aşikardır. Öncelikle belirtmek gerekiyor ki bugün AKP ile Kemalist klik arasında yaşanan çekişme, Türkiye tarihi boyunca yaşanan çekişmelerden daha farklıdır. 90larda reel sosyalizmin çözülmesi ile birlikte emperyalizm eski müttefiklerine dair yeni projeler geliştirmiştir ve gereksizleşen uzuvlarını törpülemeye başlamıştır. Bir zamanlar Sovyetler Birliği’ne ve sosyalizm tehdidine karşı ‘başı dik’ durabilecek, egemen ve anti-komünist devletlere ihtiyaç duyan ABD emperyalizmi artık egemenliğini devretmiş, karar alma mekanizmasını Washington’a bırakmış devletlere ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda Balkanlar’dan başlayarak bir dönüşüm süreci yaşanmıştır ve emperyalizmle entegrasyon için kimi devletler bölünmüş kimilerinin ise iç dinamikleri törpülenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin hayata geçirilmesiyle birlikte özellikle son yıllarda bu süreç Türkiye için de hız kazanmıştır. Bu anlamda AKP ile Kemalist klik arasındaki gerilim her zamanki gibi çift taraflı bir çatışmadan çok AKP’nin saldırılarına verilen güdük tepkiler halini almıştır. Kemalist kliğin bu süreçten kurtulmak için attığı en kritik adım olan cumhuriyet mitingleri de 22 Temmuz hüsranıyla sonuçlanmıştır. Seçimlerde alınan yenilgi sonrasında Kemalist klikte tam bir dağılma hali yaşanmaktadır. Kliğin siyasal aklı konumundaki TSK, AKP karşıtı açıklamalar yapmayı bırakmış hatta kritik dönemeçlerde AKP’ye arka çıkmaya başlamıştır. Özellikle türban meselesinin tartışıldığı dönemde neredeyse tek bir açıklama dahi yapmamıştır. 22 Temmuz sonrası düşünüldüğünde türban ve SSGSS gündemleri üzerinden yaratılmış AKP karşıtlığının da fırsat bilinmesi ile açılan bir kapatma davasının dışında Kemalist klik hiçbir adım atamamıştır. Bu dava da bir ortak iradeden öte bir tepkinin ürünü olarak görülmelidir. Çünkü bir dönem sonra cumhurbaşkanının atayacağı yeni isimler ile yargı kurumunun da kaybedileceği öngörülmektedir. Bütün bu veriler değerlendirildiğinde 22 Temmuz sonrasında Kemalist kliğin yenilgiyi kabul ettiği ve kendine dokunmayan konularda inisiyatif almaktan çekindiği görülmektedir. Bu tablo her iki egemen bloğun da ABD’ci olduğu ve Türkiye’nin önüne emperyalizmden bağımsız bir yol çizemeyeceği düşünüldüğünde son derece doğaldır. Çünkü şu an bölgede emperyalizm AKP’ye oynamaktadır. Bu nedenle Kemalist klik susup gelecekte kendine tekrar görev verilmesi ümitleriyle hayallerini başka bahara ertelemiştir.

Yukarıda söylenen veriler bir anlamda Koç’un ““Demokrasi”, “özgürlük”, “kimliklere saygı”, “laiklik”, “bağımsızlık” gibi kavramlarına karşın, iki iktidar bloğu da “kendi çatışmaları”nın “kurulu düzeni aşan” bir yönde gelişmesini önleme konusunda aşırı hassas” iddiasını destekler niteliktedir. Ancak bu tespitten solun önünde bir alan açılamayacağı çıkarımını yapmak son derece yanlıştır. Bugün AKP iktidarının bağımsızlık, laiklik, egemenlik gibi kavramlara gerçekleştirdiği saldırı birçok kesimde ciddi tepkisellikler yaratmaktadır ve bu süreçte AKP ile kavga etmekten çekilmiş Kemalist kliğin yönelimleri bu tepkisellikleri kapsayabilmekten son derece uzaktır. Bu durum toplumda bir arayışın doğmasına yol açmaktadır. Evet Koç’un bahsettiği gibi Türkiye’de solun toplumsal etkisi son derece kısıtlıdır ancak, solun toplumsal etkisini arttırmasının tek koşulu toplumda bu tür arayışların ortaya çıktığı dönemlerde etkili ve cesur siyaset yapabilmesiyle mümkündür. 1920lerde sol ile Kemalizm arasındaki mesafe nasıl Kemalizmin lehine kısaldıysa bugün aynı süreç tersten solun lehine işlemektedir. Bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı duyarlılıklar bugün kendini ancak solda ifade edebilmektedir. Bunun dışında tanımlanan özneler gerek çeşitli süreçlerde tavır alamadığından, gerek emperyalizm yada çeşitli sermaye grupları ile kurdukları organik bağlardan dolayı inandırıcılığını yitirmiştir.

Bütün bu sayılanlarla birlikte Türkiye solunun önünde bir fırsat daha vardır. AKP’nin türban meselesi, emperyalizmle ilişkiler gibi başlıklardaki gerici ve işbirlikçi politikaları; SSGSS, özelleştirmeler vb. başlıklardaki emek düşmanı politikalarıyla birlikte yürümektedir. AKP hem bağımsızlıkçı ve laik tepkilerin odağı olurken hem de yeniden kıpırdanmaya başlayan emekçilerin tepkilerinin odağı haline gelmektedir. Bu anlamda cumhuriyet mitingleriyle birlikte daha fazla orta sınıf tepkiselliğine dayanmış olan AKP karşıtlığının merkezine emekçilerin ve solun yerleştirilmesi kolaylaşmıştır, daha doğrusu acil bir görev haline gelmiştir.

Türkiye’de ve dünyada sol harekette seksenlerle birlikte başlayan ve özellikle reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte hızlanan sınıf uzlaşmacı eğilimlere ve ‘yeni solcu’ zırvalıklara karşı, devrimci siyasette ısrar eden öznelerin bugün Türkiye’de yaşanan sürece ihtiyatlı ve titiz yaklaşması son derece doğaldır. Ancak Türkiye toplumunda bağımsızlıkçı, aydınlanmacı duyarlılıklara dayanan çeşitli arayışlar ortaya çıkmışken ve düzenin egemen unsurları bu arayışları kapsayamayacak kadar dağılmışken Türkiye’de sol siyaset kendini steril alanlara hapsedemez. Başta da söylediğimiz gibi siyasetin temelinde taraflaştırma ve dönüştürme fiilleri vardır ve Türkiye’nin karmaşık siyasi yapısı, Türkiye solcusunun gözünü kesinlikle korkutmamalıdır. Türkiye solu elbette NATO’cu generallerle yada ABD’yi müttefik olarak görenlerle işbirliği yapmayacaktır ancak bu unsurlardan kurtuluş bekleyen ve bu siyasi odakların etkisi altındaki kitlelerle bir etkileşime girmek, onları taraflaştırmak ve dönüştürmek zorundadır. AKP karşıtı güçlü bir siyasi hattın örülmesi bu kitleleri eski angajmanlarından da kopartacaktır.

“Sağlık hakkı”, “sosyal güvenlik hakkı” ve benzeri gündemlerde sokağa çıkmak kesinlikle önemlidir, ancak bu ve benzeri başlıklar bütünlüklü bir stratejinin parçası haline getirilmelidir. Bu anlamda AKP karşıtlığı çok önemli bir olanak sunmaktadır. AKP Türkiye tarihinin en işbirlikçi, gerici ve emek düşmanı partisidir. Bu anlamda emekçilerin mücadelesinin, anti-emperyalist mücadele ve aydınlanmacılıkla kuracağı bağ daha da güçlenmektedir. Türkiye solunun AKP’ye karşı vereceği kararlı bir mücadele hem işçi sınıfının aydınlanmacı ve bağımsızlıkçı görevlerini de ön plana çıkartacaktır. Ayrıca bu sayede, işçi sınıfı mücadelesi ve sol, bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı duyarlılıklar üstünden çeşitli kesimleri kendi peşine takacak yada en azından bu kesimlerdeki sol düşmanlığını tarafsızlaştıracaktır.

Baskın’ın Sosyalizmi Memleket Sattırır!

Dinci gericilikle liberalizmin dansının en yüksek tempoda devam ettiği ülkemizde Yüksek Öğretim Kurumu’nun başına piyasacı ve gerici özellikleri aşikâr olan, NATO ve AB komisyonlarında uzun süre çalışmış ve ilgi alanları İslamiyet ve polis olan Yusuf Ziya Özcan’ın getirilmesinden sonra AKP’nin üniversitelere saldırısının yoğunlaşacağını belirtmiştik. Yusuf Ziya Özcan görevinin ilk ayını doldurduktan sonra misyonunu açıklamaya başladı ve katıldığı bir toplantıda üniversitelerin paralı olması gerektiğini ve herkesin üniversite okumaması gerektiğini söyledi. Bu açıklamanın sonrasında Yusuf Ziya Özcan başta yurtsever öğrenciler olmak üzere çeşitli kesimlerden tepkilerle karşılaşırken, eğitimin özelleştirilmesi konusunda YZÖ’yü destekleyenler kervanına seçimlere ‘sol’un bağımsız adayı olduğu iddiasıyla katılan Baskın Oran’da katıldı. Bildiğimiz gibi Baskın Oran önce olası bir seçimde AKP’ye oy vereceğini söylemiş daha sonrasında ise 22 Temmuz seçimlerinde ‘sol’un bağımsız adayı olduğunu ilan etmişti.

YÖK başkanının da Baskın Oran’ın da iddiası aynı: “Üniversiteler paralı olmazsa yoksul öğrenciler okuyamaz.” Bunun kulağa bir çelişki gibi geldiğini ancak üniversitelerin paralı olması halinde yoksul öğrencilere de kredi verileceğini ve bu sayede herkesin eğitim hakkına ulaşabileceğini iddia ederek, aslında üniversitelerin paralı olmasının sosyal adaleti geliştireceğini ve herkesin eğitim hakkına ulaşabilmesini sağlayacağını iddia ediyorlar. Bu iddiayı da dünyanın her yerinde üniversite eğitiminin paralı olduğu ve bunun aksinin mümkün olmadığı yalanını öne sürerek temellendiriyorlar. Sanırım öncelikle bu yalanı çürütmek gerekiyor. Sovyetler Birliği ve Küba gibi birçok alanda dünyanın en ünlü bilim adamlarını yetiştiren ve en büyük bilimsel atılımları gerçekleştiren bizim taraftan örnekleri bir kenara bıraktığımızda bile reel sosyalizmin var olduğu dönemde Avrupa ve hatta Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın birçok yerinde üniversite eğitiminin ücretsiz olduğunu görürüz. Almanya ve benzeri ülkelerde bile üniversite eğitiminin paralı hale gelmesi son birkaç yıl içerisinde gerçekleşen bir saldırıdır.

Baskın Oran ve YZÖ’nün ortaklaştığı bir ikinci iddia ise üniversitelerin paralı olması halinde zenginlerin para ile okumak zorunda kalacağı ve bu sayede yoksul öğrencilerin eğitimi için kaynak aktarılacağıdır. Baskın Oran bu kamu üniversitelerinin paralı hale gelmemesi halinde bütün iyi akademisyenlerin vakıf üniversitelerine gideceğinden ve üniversitelerin başka finansman yolu olmadığından, devletin bunu karşılayamayacağından bahsetmektedir. Oysaki her yıl dış borç geri ödemesi adı altında Türkiye milyarlarca dolar dolandırılmaktadır. Sırf bu kaynak bile Yükseköğretim sisteminin finansmanına yeterlidir. Bunları bir kenara koysak bile üniversitelere ‘iyi niyetli’ olarak finansman kaynağı arayan Baskın Oran’a soracak birkaç sorumuz daha vardır. Yoksul öğrencilerin kredi alarak okumasını savunan Baskın Oran, bütçeden yükseköğrenime ayrılan payın önemli bir bölümünün Vakıf Üniversitelerine ayrıldığının farkında değil midir? Kamu üniversitelerinin araştırma kaynakları iptal edilmekte, araştırma görevlisi kadroları kısılmaktayken, bütçeden yükseköğretime ayrılan pay sürekli düşerken, hükümet vakıf üniversitelerine kolaylıklar sağlamanın yanı sıra bu üniversitelere finansman da sağlamaktadır. 2001-2002 öğrenim yılı içerisinde sadece on altı bin öğrencinin okuduğu 4 vakıf üniversitesine 12 trilyon lira hibe edilmiştir. Bunun yanı sıra üniversitelerin finansmanı için kaynak arama telaşına düşen Baskın Oran, Avrupa Araştırma Alanı Komiserliğine hükümetin yaptığı milyonlarca euroluk ödemenin karşılığında bunun çok küçük bir bölümünün Türkiye’deki projelere fon olarak geri döndüğünü ve başvuran projelerin %95’inin kabul edilmediğine de değinebilirdi mesela. Ama tabi Avrupa Birliği’ni bir demokrasi projesi olarak gören Baskın hocanın bunları dile getirmesinin onun açısından çok yakışık almadığı için unutmuş olsa gerek.
Yusuf Ziya Özcan’ın dile getirdiği ve son olarak Baskın Oran’ın desteklediği üniversitelerin paralılaştırılması saldırısının ne getireceğine biraz daha değinmek gerekiyor. Öncelikle söylemek gerekiyor ki bu bütünlüklü bir saldırıdır ve bir süredir devam etmektedir. Vakıf Üniversitelerinin devletten aldıkları imtiyazlarla ve hibelerle birlikte kurulmasıyla başlayan bu süreç bugüne kadar devlet tarafından kamu üniversitelerine ayrılan bütçenin azaltılması, kamu üniversitelerinin kadrolarının kısılması ve bu sayede birçok akademisyenin vakıf üniversitelerine gitmek zorunda kalması ile birlikte devam etti. Bugün bu saldırı yeni bir evreyi başlatmaktadır. Bu sürecin sonunda emekçi çocuklarına üniversite kapıları kapatılacaktır. Bir tarafta neredeyse taban puanla girilen vakıf üniversitelerinde tatil köyü keyfinde zengin çocukları üniversite okurken diğer tarafta yoksul çocuklardan başarılı bir azınlık yıllar boyunca geri ödemek zorunda kalacakları bir borç altına girerek üniversite eğitimi alma ihtimaline sahip olacaktır. Üniversitelerin paralı hale getirilmesi neo-liberal saldırının aşamalarından biridir ve binlerce insanın üniversite eğitiminden mahrum olmasıyla sonuçlanacaktır. Ancak bu sürecin bir diğer kritik noktası ise yaratacağı ideolojik tahribattır. Eğitimin bir hak olduğu toplum tarafından unutulacak ve alınıp satılan bir meta haline dönüşmesi kanıksanacaktır. Bununla birlikte üniversitelere kaynak bulma adı altında eğitimin özelleştirilmesi farklı nitelikler kazanacaktır. Örneğin sermaye kuruluşlarıyla üniversiteler direkt olarak bağ kuracaklardır ve bunun sonucunda üniversiteler sadece sermaye için çalışan ve toplumsal yarar gözetmeyen araştırma geliştirme kurumları haline geleceklerdir. Kar sağlamadığı için birçok bilim dalında eğitim verilmemeye başlanacaktır. (Tabi Baskın Hoca bunu Sümeroloji okuyacaklarına meslek okuluna gitsinler diye yorumlamaktadır.) Siyaset bilimi ve uluslar arası ilişkiler gibi bölümlerde akademik kariyer yapmanın tek yolu AB yada NATO fonlarından yararlanmak olacaktır ve bu sayede üniversiteler ilerici akademisyenlere kapılarını tamamen kapatacaktır. Bütün bunlarla birlikte eğitimin paralı olması sonucunda hem öğrenciler hem de akademisyenlerin topluma yabancılaşması gerçekleşecektir. Ailesinin parasıyla eğitim alan yada aldığı krediyi yıllar boyunca ödemek zorunda olan bir öğrenci para karşılığı eğitim aldığını düşünerek topluma karşı hiçbir sorumluluk hissetmeyecektir ve bu sebeple akademik çalışmalar toplumsal faydayı tamamen göz ardı edecektir.

Bugün üniversitelere karşı başlayan bu tasfiye ve özelleştirme saldırısını, TEKEL’in, Halkbank’ın ve diğer kurumların özelleştirilmesinden, Genel Sağlık Sigortası ile kazanılmış hakların tasfiye edilmesinden vs. ayrı düşünemeyiz. Gericiliğin liberalizmle dansı her alanda devam etmektedir ve şimdi de hedef tahtasına üniversiteyi koymuştur. Bu süreçte, dansa solcu makyajıyla eklemlenen liberallerle de hesaplaşmak bir zorunluluktur. Aksi takdirde Baskın Oran gibiler sol adına, sosyalizm adına nasılsa devlet küçülüyor diye özelleştirmeleri savunmaya, demokrasi gelecek yalanıyla Avrupa Birliği’ni savunmaya devam edeceklerdir. AKP’nin her alanda gerçekleştirdiği bu özelleştirme ve tasfiye saldırısına Baskın Oran gibilerinin katılması hiç şaşırtıcı değildir. Ancak bunların üniversitelerde sol adına konuşmasının ve kafa karıştırmasının önüne geçilmelidir.

Neden yeni anayasa?

Anayasa bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini ve bu devletin yönetim biçimini belirleyen, o devletin temel kanunudur. Bu yazı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) neden mevcut anayasayı değiştirmek istediğini, özellikle 1961 ve 1982 yıllarında yaşanan anayasa değişikliklerinden yola çıkarak ele alacak ve bu anayasalar ile ortaya çıktıkları dönemlerin ilişkisini kurmaya çalışacaktır.

Anayasalar ülke ve dünya konjonktüründen bağımsız metinler değillerdir ve bu nedenle yazıldıkları dönemlerin siyasal ve ekonomik koşulları tarafından belirlenirler. Anayasa değişiklikleri, mevcut anayasanın egemen sınıfın ihtiyaçlarını azami ölçüde karşılayamamasından dolayı gündeme gelir. Bu noktada yeni hazırlanan anayasa ülkenin ve dünyanın politik ve ekonomik durumunu da göz önünde bulundurarak egemen sınıfın ihtiyaçlarına azami ölçüde cevap verebilecek bir şekilde hazırlanır. Belki ilk anayasa olarak tarif edebileceğimiz Manga Carta’dan itibaren dünya üzerinde yazılmış bütün anayasalar belirli sınıfsal dengelerin korunması ya da dönüştürülmesi amacını taşımıştır.

Bu noktada ilk olarak 1961 Anayasasını ele almak gereklidir. Birçok kişi tarafından solcu anayasa olarak bilinen bu anayasanda, 24 anayasasından farklı olarak, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiş, temel hak ve özgürlükler daha geniş ve net bir biçimde tanımlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir sosyal devlet olarak tanımlanmıştır. Bu değişiklikleri ordunun ilericiliğine atfedenler olmuştur ancak ilk açıklamasında NATO’ya ve CENTO’ya bağlı olduğunu belirten bir darbeci klikten ilericilik beklemenin sağlam bir hayal gücü gerektirdiği gerçeği düşünüldüğünde bu değişiklikleri anlamlandırmak için dönemin politik ve ekonomik durumu incelenmelidir. 1929 krizinden sonra dünya çapında Keynesçi iktisadi görüş ağırlık kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın yeniden inşası sermayeye yeni kapılar açmıştır. Ekonomistler tarafından kapitalizmin altın çağı olarak tanımlanan bu dönemde özellikle gelişmekte olan ülkelerde iç pazara dayalı kalkınma modeli olan ithal ikamesi uygulanmıştır. Bu sisteme göre gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkeler yarı mamül ürünler ve teknoloji başlıklarında dışa bağımlı olmakla birlikte kendi ülkelerinde kurdukları üretim tesislerinde, içpazarın talebini karşılayacak ürünler üretmişlerdir. Bu ürünler, emperyalist ülkelerde üretilenler kadar kaliteli olmadığı ve ucuza mal edilemediği için çoğu durumda ihracat açısından elverişsiz olsa dahi iç pazarda ciddi bir karşılık bulmuş ve ekonomik ilerleme bu dolayımla sağlanmıştır. İç pazara dönük bir ekonomik modelde işçi ücretlerinin arttırılması, kapitalizm açısından tolere edilebilir bir durumdur. Çünkü işçi ücretlerindeki artış dolaylı olarak fiyatlara yansıyacak ve kapitalistler bir cebinden aldıklarını diğer ceplerine koyacaktır. Bütün bu sayılan sebepler ve bunların hepsinden daha da önemli olarak 2. Dünya Savaşından büyük bir prestij ile çıkan ve işçi hakları, çalışma koşulları ve ekonomik refah anlamında çok yüksek standartlara sahip olan Sovyetler Birliği’nin varlığı özellikle Avrupa’da olmak üzere bütün dünyada ve Türkiye’de de sosyal devlet uygulamasına başlanmasına ve işçi sınıfına bazı hakların tanınmasına yol açmıştır. Sovyetler Birliği’nin çok kötü şartlarda çalışan işçiler için bir cazibe merkezi olacağını düşünen diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de ithal ikamesi modelinin sağladığı kolaylıklarla beraber anayasadan başlayarak işçi sınıfına çeşitli haklar tanınmış ve görece daha özgür bir ortam oluşmuştur. 12 Mart darbesi ile birlikte bu hakların bir bölümü geri alınmış olsa da bu süreç 70li yılların sonuna kadar devam etmiştir.

82 anayasasının hazırlanmasında özellikle 1973 yılında yaşanan petrol krizi ve sonrasında dünya çapında kapitalist-emperyalist sistemin neo-liberalizm saldırısını başlatması etkili olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında altın çağını yaşayan kapitalizm yeni kar alanları bulmakta zorlanmaya başlamıştır, bu durum 70lere gelindiğinde ciddi bir sorun yaratmaya başlamış ve özellikle 73 petrol krizi ile birlikte bir şeyleri değiştirmenin gerekli olduğu kapitalistler tarafından anlaşılmıştır. Temelde Sovyetler Birliği’nin varlığından kaynaklı olarak sermayenin kar sağlayamadığı coğrafyaların olması, sosyal devlet politikaları ve reel ücretlerin yüksek olması sonucunda gelinen noktada kapitalizm ileri bir adımı zorlamak zorunda kalmıştır. Daha sonrasında gerçekleşecek karşı-devrimci darbelerin ve hareketlerin bir örneği durumunda olan Şili darbesinin de petrol krizi ile aynı yılda gerçekleşmesi bir tesadüf sayılamaz. Darbe sonrası diktatör Pinochet’in danışmanlığını Monetarizmin kurucusu olan Friedmann’ın yapması ve uyguladığı ekonomik politikalar da kapitalizmin o dönemde girdiği yönelimin açık bir kanıtıdır. 1973 yılından 12 Eylül 1980’e kadar geçen sürede dünya çapında bir karşı devrimci dalga söz konusudur. Bu karşı devrimci dalga geçtiği her yerde neoliberal politikaların uygulanmasına bir zemin hazırlayabilmek amacıyla sol güçleri ve işçi sınıfının kazanılmış haklarını tasfiye eden bir işlev görmüştür.

Türkiye’de bu süreç 12 Eylül askeri darbesi ile gerçekleşmiştir. 1 Mayıs 1977’deki katliamdan sonra birden bire sokak çatışmalarının artması ve her gün onlarca gencin katledilmesi, birileri tarafından düğmeye basıldığının göstergesi olmuştur. Artık Türkiye sermaye sınıfı işçi sınıfının kazanılmış haklarını kaldıramaz bir pozisyona gelmiştir ve 12 Eylül’e kadar geçen süreçte kontrgerilla provokasyonları ile sol marjinalleşmeye zorlanmıştır. 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlar, 12 Eylül’ün ve 82 anayasasının karakterini çok iyi yansıtmaktadır. Gerçekleşen darbe ve sonrasında hazırlanan anayasa, dünya çapında süregiden neoliberal saldırının Türkiye ayağını oluşturmaktadır. 82 anayasası sol güçlerin tamamen bastırıldığı bir nesnellikte, işçi sınıfının kazanımlarının geri alındığı bir anayasa olmuştur ve bu süreç ile birlikte özelleştirmeler ve sosyal devlet kazanımlarına karşı bir saldırı başlamıştır.

Neden Yeni Anayasa?

Tüm bu söylediklerimizden sonra 82 anayasası gibi liberalleşmenin önünü açan ve baskıcı bir anayasanın bugün neden değiştirilmek istendiği sorusu önümüzde durmaktadır. 82 anayasası ne kadar gerici ve piyasacı bir anayasa olursa olsun, Sovyetler Birliği’nin yaşamakta olduğu bir dönemde hazırlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin varlığı sırasında kendisine bağlı olmakla birlikte güçlü bir ulusal birim olarak Sovyet tehdidine karşı durabilecek ulus devletler isteyen emperyalizmin ihtiyaçları, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile birlikte farklılaşmıştır. Bugüne kadar ABD’ye müttefik olarak tanımlasalar dahi birçok gelişmekte olan ülke Sovyet tehdidini göstererek emperyalizm ile çeşitli noktalarda pazarlık yapabilmiş ve kısmen dahi olsa kendi egemenlik noktalarını koruyabilmiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nin var olmadığı bir dünyada emperyalizm, egemenlik alanı daraltılmış ve emperyalizm projelerine daha pürüzsüz yüzeyler sunarak uyum sağlayacak devletler istemektedir. Kısacası Türkiye’de emperyalizmin birincil aktörü olan AKP tarafından sivil anayasa olarak pazarlanmaya çalışılan anayasa, egemenliğin daha fazla Washington ve Brüksel’e devredildiği bir ülke yaratmakta ve emperyalist projelere karşı devlet mekanizmasının içinden çıkabilecek pürüzleri etkisizleştirmeyi planlamaktadır. Egemenlik başlığı altındaki “Milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır.” maddesi bunun en güzel göstergesidir. Aynı şekilde AB anayasa taslağının da öngördüğü şekilde devletin içindeki yüksek yargı, bürokrasi ve benzeri kurumların yetkilerinin kısıtlanması da emperyalizm için daha pürüzsüz yüzeyler yaratılmasına katkıda bulunacaktır. Özellikle yerelleştirmeler ile birlikte, devletin yetkilerinin büyük bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesi bütün bu kademelerde özelleştirmelerin ve piyasalaştırmaların önünü açacaktır. Bugüne kadar kaldırım döşeterek birilerini zengin eden belediyeler bundan sonra daha büyük rant kapılarını çevrelerine açabilecektir.

Bütün bu bahsettiklerimizden çıkan sonuç şudur ki kapitalist sistem kendi koyduğu en gerici yasalara dahi uyamamakta ve daha gerici yasalara ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda AKP’nin sivil anayasa diye pazarlamaya çalıştığı yeni anayasa taslağı ülkemize daha fazla bağımlılıktan ve liberalleşmeden başka bir şey vaat etmemektedir. Memleketine sahip çıkan, emekten yana hukukçulara düşen görev ise AKP’nin anayasasına 12 Eylül’ün gerici anayasa mekanizmasına yaslanarak değil kendi toplumcu anayasa projesini bir alternatif olarak ortaya koyarak karşı çıkmaktır.
17 Kasım 2007

İşçi Sınıfını Sahneye Çıkartmak


Neden İşçi Sınıfı?

Sosyalist devrimin neden işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşmek zorunda olduğuna dair tartışmaların tarihi bir asırı geçmiş durumda. Bu konuya dair yazılıp çizilmeye hala devam edildiği için yazıya bu şekilde giriş yapmak gereksiz gözükebilir. Ancak sınıfın bittiğine dair tezlerin ortalığa saçılması hala hafızalarımızda taze bir anıyken ve tarih ayağını işçi sınıfı temeline basmayan devrimci yada demokrat öznelerin nasıl savrulduğunu göstermişken girişte işçi sınıfının öncülüğünün öneminin vurgulanmasını gerekli görüyorum.

İşçi sınıfını sosyalist devrimin öncü gücü yapan olgu, bu sınıfın üretimden gelen gücüdür. Kısacası işçi sınıfı toplumun en hor görülen, en çok ezilen ve en yoksul kesimi olması dolayısıyla değil, üretimi durdurup hayatı felç etme olanağına sahip biricik güç olduğu için önemlidir. Bu noktada değişik toplumsal kesimlerin dinamizmine yaslanarak yükselen hareketlerin işçi sınıfını örgütleyemedikleri noktada başarısız olması ve tıkanması kaçınılmazdır. Bu tıkanıklık, hareketlerin yeni arayışlara girmelerine sebep olacaktır. Bu noktada işçi sınıfı hareketiyle yolları birleştiremediği ölçüde bu hareketler ya pasifize olup yenilecek yada düzen içi müttefik arayışına girerek savrulacaklardır. Kürt ulusal hareketi bu durum için güzel bir örnektir. Doksanların başındaki Kürt isyanı, Türkiye işçi sınıfı ile yollarını birleştiremediği ölçüde sosyalist perspektiften uzaklaşmakla kalmamış kendi ulusal kurtuluş mücadelesini dahi tek başına veremeyecek hale gelmiş ve sonunda bir yandan güç kaybederken bir yandan emperyalizmle ve Türkiye devletiyle temas kurma arayışına girmiştir. Aynısı kent yoksullarına dayanan devrimci demokrat hareketler için de söz konusu olmuştur. Gazi isyanlarında zirve yapan kent yoksulu hareketi, işçi sınıfının mücadelesi ile bağ kuramadığı ölçüde lokal kalmış ve güçsüzleşmiştir.

Leninist öncünün işçi sınıfına yaklaşımına dair daha önce çok yazıldığı için burada değinmeyeceğim ancak temel mesele genellikle farklı kulvarlarda akan işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketi buluşturma noktasında düğümlenmektedir. Her iki hareketin de içinde bulundukları ülkenin özgünlüklerine göre çeşitli zaafları ve kuvvetli yanları olması söz konusudur. Bu iki kanal yakınlaştığı ve birleştiği ölçüde birbirlerinin zaaflarını kuvvetli yanlarıyla ikame etmeleri yada geliştirmeleri olanaklı hale gelebilir. Bu tezi Türkiye örneğinde somutlamak için Türkiye işçi sınıfı hareketi ile Türkiye sosyalist hareketi tarihine biraz değineceğim.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin sürekliliği yoktur. Özellikle 1960’lara kadar geleceğe kalıcı bir miras bırakamayan sınıf hareketi sonrasındaki dönemlerde çok büyük yükselişler yaşadıysa da belli bir dönem sonra bu sürekliliği koruyamamış ve siyaset sahnesinden çekilmiştir. Türkiye’de işçi sınıfı Avrupa’daki sınıf kardeşlerine göre daha farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Özellikle sanayi devriminin İngiltere’si ile karşılaştırıldığında Türkiye işçi sınıfı, kimliğini oldukça geç bulmuştur.

Sanayi devriminin teknolojik ilerlemesinin arttırdığı kar oranlarıyla gözü kamaşan kapitalistler kısa bir sürede İngiltere’yi bir fabrikalar ülkesi haline getirmiştir. İşçilerin günde 15-16 saat, karın tokluğuna, çok kötü şartlar altında çalıştırıldığı fabrikalarda bu koşullara dayanamayan işçiler sayısız isyanlar gerçekleştirmişlerdir. Bu verilen mücadelelerin burjuvazi tarafından kanlı şekilde bastırılmaları sınıf antagonizmasını işçi sınıfının zihinlerine yerleştirirken, sınıf mücadelesi birçok alanda da kazanım sağlamıştır. Sınıflardan görece özerk bir devletin oluşması batıda sınıf mücadelelerinin üzerine gelmiştir. Oysa Türkiye’de durum tam tersidir. Türkiye emekçisi öncelikle vatandaş olmuş ve gelişiminin ilk evresini Türk toplumunun sınıfsız, zümresiz bir sınıf olduğu yalanlarıyla geçirmiştir. Türkiye işçi sınıfının bu yalanlardan kopuşu ancak 60larda gerçekleşebilmiştir.

Benzer bir zaaf Türkiye sosyalist hareketi için de söz konusudur. Türkiye sosyalist hareketi çok ciddi mücadeleler vermiş ve bedeller ödemiştir. Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Türkiye topraklarına gelen TKP Merkez Komitesi katledilmiş ve Kurtuluş Savaşındaki bütün sosyalizan unsurlar tasfiye edilmiştir. Bu durum ciddi bedeller ödenmiş olmasına rağmen bağımsızlık mücadelesine katılan sosyalistlerin toplumsal hafızadan silinmesine sebebiyet vermiştir. Toplumsal hafızada bağımsızlıkçı bir kimlik kazanamayan sosyalist hareket birçok dönemde vatan haini olarak damgalanmaktan kurtulamamıştır. Bununla birlikte sosyalist hareket Marksist birikimden yoksundur. 60lara kadar Marksist klasiklerin Türkçe’ye çevrilmemiş olması bunun önemli nedenlerinden biri olarak gösterilebilirse de daha önemli bir sebep Türkiye’de sosyalist hareketin Kemalizm’den kopmayı bir türlü başaramamasıdır. Sosyalizm Türkiye’ye bir Kurtuluş ideolojisi olarak girmiştir. Çok ciddi toplumsal destek bulan bu ideolojinin bilimsel altyapısı Türkiye’ye taşınamamıştır. Dolayısıyla M. Kemal’in Kurtuluş savaşını kazanmasından sonra bir dönem komünist olduğunu iddia eden birçok kişi Kemalist olmuştur. Bunun en somut örneği Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir ihanetidir. Ancak bu gelenek sonrasında da devam etmiştir ve Kemalizme bu yakınlık Türkiye’de Marksist bir geleneğin oluşmasının önünde ciddi engeller yaratmıştır. Bugün bile Türkiye solunun büyük bir bölümünün bağımsız bir siyasi özne olamaması ve bilinçli yada bilinçsiz olarak kendine sürekli olarak düzen cephesinden ittifak unsurları aramasının altında yatan tarihsel sebep budur. Marksist bir gelenek yaratamamak Türkiye solcusunda bir aşağılık kompleksi yaratmış ve sınıf uzlaşmacı eğilimleri güçlendirmiştir. Bütün bunların sonucunda Türkiye solu düzen tarafından çok daha kolay manipüle edilebilir bir hale gelmiştir.

İşçi Sınıfı Hareketinin Yükseliş Dönemleri

İşçi sınıfı hareketinin yükseliş dönemleri olarak 60ları, 70lerin ortasından 1980 darbesine kadar olan süreci ve sonrasında 89-90 yılındaki bahar eylemliliklerini ve Zonguldak madenci yürüyüşünü sayabiliriz.

Türkiye’de işçi sınıfının ilk ciddi yükselişi 60lı yıllara denk gelir. Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin kuruluşu, Goodyear ve Kavel grevleri ve daha sonrasında 67 yılında DİSK’in kuruluşu bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönem sosyalist hareket ile işçi sınıfı hareketi arasında ilginç bir ilişkiye sahne olmuştur. 12 tane sendikacı, sendikal mücadelenin önündeki engelleri kaldırmak için TİP’i kurmuşlardır. Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş programında sosyalizm kelimesi geçmemektedir. TİP’in kuruluşundan sonra parti aydınları partiye davet etmiş ve partinin genel başkanı Mehmet Ali Aybar olmuştur. İşçi sınıfı hareketinin yükselişi, sosyalist hareketi partiye davet etmiştir. Bu olgu alışılagelmiş öncülük ilişkisine biraz ters olmakla birlikte ilginç bir deneyim yaratmıştır. Yönetici kurullara %51 işçi kotası koyan TİP, parti içinde Marksist aydınlarla sol sendikalizmin ittifakını kurmuştur. Bu yaklaşım öncülük perspektifini içermediğinden hatalı olsa da, Türkiye’de sosyalist hareket ile işçi sınıfı hareketi ilk kez bu kadar yan yana gelmiştir. Seçimlerde meclise TİPli milletvekillerinin girmesi ve TİP’in toplumsal etkisinin artması işçi sınıfı hareketini Türkiye siyasetinde bir taraf yaparken aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketi için de bir sıçrama tahtası yaratmıştır. Türkiye sosyalist hareketi Kemalizm’den ilk kopuşu da bu dönemde MDD-SD tartışmaları sırasında gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketi ile işçi sınıfı hareketinin buluştuğu moment, iki hareketin de tam anlamıyla olgunlaşamamış olmasına rağmen, iki tarafa da ciddi sıçramalar yaşatmıştır. Bu dönemin 15-16 Haziran’daki büyük işçi direnişiyle zirve noktaya ulaştığını ve sonrasında kapandığını söyleyebiliriz.

İkinci dönem olarak tarif edebileceğimiz süreç ise yetmişlerin ortasından başlayarak 12 Eylül’e kadar devam eder. Bu dönemde Türkiye solcusu 12 Mart darbesi ile devrimci demokrasinin sınırlarını görmüştür ve yeni arayışlar içerisine girmiştir. 15-16 Haziran ile tarih sahnesine çıktığını ilan eden ve kendine güvenini kazanmış bir işçi sınıfı da bu arayıştan bağımsız düşünülemez. Bu arayışların sonucu 73 yılıyla başlayarak sosyalist hareketin yeniden toparlanmasıyla birlikte yeni bir işçi sınıfı yükselişine dönüşmüştür. Özellikle TKP’nin 74 Atılımı bu sürece öncülük etmiş ve çok kısa bir sürede çok geniş işçi yığınlarını toparlayabilmeyi ve siyasi arenada gerçek bir aktör haline getirmeyi başarmıştır. Bir önceki dönemin tersine bu dönemde sosyalist hareketin işçi sınıfı hareketini öncelediğini ve ileri çektiğini söyleyebiliriz. Bu dönemdeki işçi sınıfı hareketinin gücü en güzel 1 Mayıslardaki kitlenin niceliği ile ifade edilebilir. 500000 kişinin toplandığı 77 yılındaki Taksim 1 Mayısı ile bu hareket geri düşmeye başlar. TKP’nin Ulusal Demokratik Cephe açılımı ile sosyal demokrasiye yaklaşması ve özellikle DİSK’in sosyal demokrasiye terk edilip içerideki sosyalist kadroların tasfiyesiyle birlikte bu hareket ölüm fermanını imzalar. DİSK bir daha kurtarılamamak üzere sosyal demokrasiye terk edilmiştir. İşçi sınıfı hareketindeki bu düşüşün üzerine, hareketi tamamen Türkiye’den silmek ve neo-liberal politikaların uygulanmasına zemin hazırlamak için 12 Eylül darbesi gelir.

Üçüncü ve son dönem olarak tarif edebileceğimiz süreç ise 89-90 yıllarında gerçekleşen bahar eylemlilikleri ve sonrasındaki Zonguldak yürüyüşüdür. Bu dönem önceki yükseliş dönemleriyle karşılaştırıldığında çeşitli özgünlükler gösterir. Öncelikle bir süreklilik içerisinde ele alabileceğimiz ilk iki dönemden kopuktur. İlk iki dönemde işçi sınıfının bir arayışta olduğundan söz edebiliriz ancak bahar eylemlilikleri süreci bir arayıştan daha fazla bir tepkiyi yansıtır. Bu eylemliliklerin tarihsel önemi işçi sınıfını tarih sahnesinden sildiğini düşünen burjuvaziye kavganın henüz bitmediğini göstermesidir. Temel olarak liberal ekonomi politikalarının getirdiği ekonomik yıkıma ve baskıya karşı bir tepki olarak doğmuştur. Bu yükseliş etkin bir sosyalist özneyle buluşamadığı noktada düzenin verdiği çeşitli sus payları ve sendikal bürokrasinin attığı adımlarla sona ermiştir. 12 Eylül sonrasında Türkiye solunun toparlanmayı bir türlü başaramaması bu sürecin kaybedilmesinin önemli öznel faktörlerinden biridir. Üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye solu hala darbenin etkisinden kurtulamamıştır bu süreçte. Kuruçeşme toplantıları yapılmış, çok sayıda görüşme olmuş ancak iktidar perspektifi, işçi sınıfını örgütleme hedefi olan güçlü bir siyasi özne ortaya çıkamamıştır.

Bugüne Bakarken…

İşçi sınıfının yükseliş dönemlerinden her birinin özgün koşulları vardır. Bu koşulların büyük bir kısmının tekrarlanamayacağı düşünüldüğünde bundan sonra işçi hareketinde gerçekleşecek yükselişlerin de öncekilere benzemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bahar eylemlilikleri sürecinden sonra işçi sınıfı siyaset sahnesinden çekilmiştir.

Bugün Türkiye’de devlet bir çözülme sürecine girmiştir. Emperyalizm kendi politikalarını uygulatmak için daha pürüzsüz yüzeylere ihtiyaç duymaktadır, bu nedenle iki kutuplu dünyanın varlığında Türkiye’ye tanınan egemenlik alanı daraltılmakta ve devlet aygıtında da bu doğrultuda dönüşümler gerçekleştirilmektedir. Emperyalizmin açılımlarında baş aktör olma adına düzenin siyasi aktörleri arasındaki çatışmaların yer yer sertleşme olasılığı çok fazladır. Burjuva aktörleri arasındaki bu gerilim siyaset sahnesine düşman kardeşler olan iki ideoloji, milliyetçilik ve liberalizm, dolayımıyla yansımaktadır. Bu iki ideolojiden herhangi birinin güç kazanması karşıtını da güçlendirmektedir dolayısıyla aralarında özgün bir karşıtlık ilişkisi olduğundan söz edilebilir. Yaratılan tabloda sosyalist siyasetin gerçek bir taraf olamayıp sıkışma yaşaması, işçi sınıfının ideolojik olarak kuşatılmışlığını göstermektedir. Sosyalist siyasetin ve işçi sınıfı hareketinin toplumsal hafızada köklü bir geleneğe sahip olmaması da işçi sınıfını ve sosyalist siyaseti tablonun dışında kalmasının sebeplerindendir.

İşçi sınıfı hareketindeki yeni bir yükseliş daha önceki dönemlerdekilerden oldukça farklı temellere sahip olacaktır. 1. dönemdeki yükseliş daha çok bir arayış, 3. dönemdeki yükseliş ise bir tepki üzerinden ortaya çıkmıştır ve bu anlamda bu dönemlerde işçi sınıfının kendiliğinden hareketlenmesi daha ağır basmaktadır. 2. dönemde ise özellikle TKP’nin 73 Atılım’ı başta olmak üzere Türkiye solunun örgütlü bir müdahalesi söz konusudur ancak bu dönemde de Türkiye solu işçi sınıfı hareketini yoktan var etmemiş, bir arayış içerisinde olan görece hareketli bir işçi sınıfına örgütlenme noktasında öncülük etmiştir. Oysa içinden geçtiğimiz dönemde işçi sınıfı içerisindeki hareketlilik oldukça azdır ve muhtemelen önümüzdeki dönemdeki işçi hareketindeki yükselişin kendiliğinden yönü önceki dönemlere göre daha az olacaktır. Bunun önemli sebeplerinden biri işçi sınıfının ideolojik ve siyasal olarak çok ciddi bir kuşatma altında olmasıdır. Bu noktada yeni bir işçi sınıfı hareketi için büyük görev sosyalist harekete düşmektedir. Sosyalist hareket işçi sınıfını siyaset sahnesine çıkartabilmek için liberalizm ve milliyetçilik cenderesini kırmalıdır. Peki bu ne kadar olanaklıdır. Bu noktada durumu somutlamak için güncelden örnek vermek gerekiyor.

Hrant Dink’in katledilmesinin sonrasında gelişen olaylar Türkiye’nin siyasi haritasına büyük ölçüde ışık tutmuş durumdadır. Hrant Dink öldürüldükten sonra medyanın yürüttüğü kampanya üzerinden cenazeye on binlerce kişinin katılması ve yapılan “sessiz yürüyüş” düzenin manipülasyon yeteneğini hala koruduğuna dair bir kanıttır. Düzen halkların kardeşliğini savunduğu için öldürülmüş bir aydının cenazesini onu hedef gösterenlere, ABD elçisine ve Ermeni diasporasına kaldırtmış ve bunu on binlerce kişinin yanı sıra devrimci öznelerinde büyük bir bölümünün sahiplenmesini sağlamıştır. Düzenin kitleleri sokağa dökme yeteneğini koruduğunu bir kenara not düşüp devam edelim. Bu cenaze Türkiye’de liberalizmin yükseldiği bir süreci yaratmıştır ancak “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına dönük tepkiler bu sefer milliyetçi kanadın daha da fazla bir güç kazanmasına sebebiyet vermiştir.

Sonuç olarak, düzen orta sınıf tepkiselliği yaratarak Hrant Dink’in cenazesinde ciddi bir kitleyi sokaklara dökmüş, ABD elçisinin, devlet erkanının vs. katılımıyla bu eylemi manipüle etmeyi başarmış ve ülkede liberal dalgayı bir ölçüde yükseltmiştir. Ancak bu cenazeden sonra oluşan tepkilerle birlikte milliyetçi dalga çarpan etkisiyle artmıştır ve bu noktadan sonra liberallerin sesi de daha kısık çıkmaya başlamıştır. Düzen yarattığı bu karşıtlıkta sosyalist siyaseti tablonun dışında bırakmayı başarmıştır ama dengeler daha da kırılgan hale gelmiştir. Özellikle orta sınıflar üzerinden yürüyen bu politizasyon çabası yarattığı taraflaşmayla bir yandan milliyetçilere karşı AB ve ABD ile yakınlaşmayı kanıksatmaya çalışırken bir yandan da halkların birbirine düşman olmasını tetiklemiştir. Bu meseleyle birlikte yükselen Ermeni düşmanlığının, örgütlü bir Kürt düşmanlığına da dönüşmesi ve emperyalist projelere Türkiye’nin ortak olmasında bir kamuoyu desteği yaratması olasıdır. Ancak böyle tehlikeli sulara giren Türkiye burjuvazisi kendini milliyetçilik, liberalizm ikilemiyle kendini korumasının ciddi sınırları vardır. Türkiye burjuvazisi elini ateşe sokmaya başladıktan sonra bu iki ideoloji de bütün kapsayıcılıklarına rağmen bir noktadan sonra yıpranmalar yaşayacaktır. Düzenini bekası için yer yer aynılaşacak yer yer kavgaya tutuşacak bu iki ideoloji ciddi inandırıcılık sorunları ile karşı karşıya kalacaklar ve bu da siyasette bir boşluk yaratacaktır. Sınırların bu derece zorlanması ve Türkiye’nin, ABD projeleri dahilinde Ortadoğu’da, içinden çıkılması çok olası gözükmeyen bir batağa saplanmasıyla yaratılacak boşluk ciddi bir krizin habercisi olacaktır. Türkiye burjuvazisi dönülmez bir yola girmenin eşiğindeyken Türkiye sosyalist hareketi, düzen cephesinde, işçi sınıfını siyaset sahnesine sokabileceği gedikleri aramalıdır. Sosyalist siyasetin bu gediklere yerleşerek düzende onarılamaz yaralar açabileceği tek silah işçi sınıfı yurtseverliğidir. SEKA, Seydişehir ve TEKEL’de yaşanan özelleştirme süreçlerinde işçilerin fabrikalarına sahip çıkarken aynı zamanda ülkelerine sahip çıktıklarını düşünmeleri önemli bir veridir. Bu direnişler sosyalist siyasete somut bir enerji aktaramamıştır. Bu noktada Türkiye sosyalist hareketinin güçsüzlüğü ve burjuva siyasetinin manipülasyon yeteneği atlanmamalıdır. Ancak bu süreçlerden ders çıkartmak bizim için önemlidir. Düzenin ideolojik olarak manipülasyon yeteneğini kaybettiği bir süreçte işçi sınıfı yurtseverliği ile yapılacak bir çıkış liberalizm-milliyetçilik cenderesini kırmanın tek yoludur. Bunun için daha fazla fabrikada daha fazla işçi ve Türkiye toplumuna yurtsever kimliğini ve samimiyetini, eylemleriyle ve duruşuyla kanıtlamış bir özne gereklidir.

13.02.2007