28 Mayıs 2008 Çarşamba

İşçi Sınıfını Sahneye Çıkartmak


Neden İşçi Sınıfı?

Sosyalist devrimin neden işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleşmek zorunda olduğuna dair tartışmaların tarihi bir asırı geçmiş durumda. Bu konuya dair yazılıp çizilmeye hala devam edildiği için yazıya bu şekilde giriş yapmak gereksiz gözükebilir. Ancak sınıfın bittiğine dair tezlerin ortalığa saçılması hala hafızalarımızda taze bir anıyken ve tarih ayağını işçi sınıfı temeline basmayan devrimci yada demokrat öznelerin nasıl savrulduğunu göstermişken girişte işçi sınıfının öncülüğünün öneminin vurgulanmasını gerekli görüyorum.

İşçi sınıfını sosyalist devrimin öncü gücü yapan olgu, bu sınıfın üretimden gelen gücüdür. Kısacası işçi sınıfı toplumun en hor görülen, en çok ezilen ve en yoksul kesimi olması dolayısıyla değil, üretimi durdurup hayatı felç etme olanağına sahip biricik güç olduğu için önemlidir. Bu noktada değişik toplumsal kesimlerin dinamizmine yaslanarak yükselen hareketlerin işçi sınıfını örgütleyemedikleri noktada başarısız olması ve tıkanması kaçınılmazdır. Bu tıkanıklık, hareketlerin yeni arayışlara girmelerine sebep olacaktır. Bu noktada işçi sınıfı hareketiyle yolları birleştiremediği ölçüde bu hareketler ya pasifize olup yenilecek yada düzen içi müttefik arayışına girerek savrulacaklardır. Kürt ulusal hareketi bu durum için güzel bir örnektir. Doksanların başındaki Kürt isyanı, Türkiye işçi sınıfı ile yollarını birleştiremediği ölçüde sosyalist perspektiften uzaklaşmakla kalmamış kendi ulusal kurtuluş mücadelesini dahi tek başına veremeyecek hale gelmiş ve sonunda bir yandan güç kaybederken bir yandan emperyalizmle ve Türkiye devletiyle temas kurma arayışına girmiştir. Aynısı kent yoksullarına dayanan devrimci demokrat hareketler için de söz konusu olmuştur. Gazi isyanlarında zirve yapan kent yoksulu hareketi, işçi sınıfının mücadelesi ile bağ kuramadığı ölçüde lokal kalmış ve güçsüzleşmiştir.

Leninist öncünün işçi sınıfına yaklaşımına dair daha önce çok yazıldığı için burada değinmeyeceğim ancak temel mesele genellikle farklı kulvarlarda akan işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareketi buluşturma noktasında düğümlenmektedir. Her iki hareketin de içinde bulundukları ülkenin özgünlüklerine göre çeşitli zaafları ve kuvvetli yanları olması söz konusudur. Bu iki kanal yakınlaştığı ve birleştiği ölçüde birbirlerinin zaaflarını kuvvetli yanlarıyla ikame etmeleri yada geliştirmeleri olanaklı hale gelebilir. Bu tezi Türkiye örneğinde somutlamak için Türkiye işçi sınıfı hareketi ile Türkiye sosyalist hareketi tarihine biraz değineceğim.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin sürekliliği yoktur. Özellikle 1960’lara kadar geleceğe kalıcı bir miras bırakamayan sınıf hareketi sonrasındaki dönemlerde çok büyük yükselişler yaşadıysa da belli bir dönem sonra bu sürekliliği koruyamamış ve siyaset sahnesinden çekilmiştir. Türkiye’de işçi sınıfı Avrupa’daki sınıf kardeşlerine göre daha farklı bir gelişim çizgisi izlemiştir. Özellikle sanayi devriminin İngiltere’si ile karşılaştırıldığında Türkiye işçi sınıfı, kimliğini oldukça geç bulmuştur.

Sanayi devriminin teknolojik ilerlemesinin arttırdığı kar oranlarıyla gözü kamaşan kapitalistler kısa bir sürede İngiltere’yi bir fabrikalar ülkesi haline getirmiştir. İşçilerin günde 15-16 saat, karın tokluğuna, çok kötü şartlar altında çalıştırıldığı fabrikalarda bu koşullara dayanamayan işçiler sayısız isyanlar gerçekleştirmişlerdir. Bu verilen mücadelelerin burjuvazi tarafından kanlı şekilde bastırılmaları sınıf antagonizmasını işçi sınıfının zihinlerine yerleştirirken, sınıf mücadelesi birçok alanda da kazanım sağlamıştır. Sınıflardan görece özerk bir devletin oluşması batıda sınıf mücadelelerinin üzerine gelmiştir. Oysa Türkiye’de durum tam tersidir. Türkiye emekçisi öncelikle vatandaş olmuş ve gelişiminin ilk evresini Türk toplumunun sınıfsız, zümresiz bir sınıf olduğu yalanlarıyla geçirmiştir. Türkiye işçi sınıfının bu yalanlardan kopuşu ancak 60larda gerçekleşebilmiştir.

Benzer bir zaaf Türkiye sosyalist hareketi için de söz konusudur. Türkiye sosyalist hareketi çok ciddi mücadeleler vermiş ve bedeller ödemiştir. Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Türkiye topraklarına gelen TKP Merkez Komitesi katledilmiş ve Kurtuluş Savaşındaki bütün sosyalizan unsurlar tasfiye edilmiştir. Bu durum ciddi bedeller ödenmiş olmasına rağmen bağımsızlık mücadelesine katılan sosyalistlerin toplumsal hafızadan silinmesine sebebiyet vermiştir. Toplumsal hafızada bağımsızlıkçı bir kimlik kazanamayan sosyalist hareket birçok dönemde vatan haini olarak damgalanmaktan kurtulamamıştır. Bununla birlikte sosyalist hareket Marksist birikimden yoksundur. 60lara kadar Marksist klasiklerin Türkçe’ye çevrilmemiş olması bunun önemli nedenlerinden biri olarak gösterilebilirse de daha önemli bir sebep Türkiye’de sosyalist hareketin Kemalizm’den kopmayı bir türlü başaramamasıdır. Sosyalizm Türkiye’ye bir Kurtuluş ideolojisi olarak girmiştir. Çok ciddi toplumsal destek bulan bu ideolojinin bilimsel altyapısı Türkiye’ye taşınamamıştır. Dolayısıyla M. Kemal’in Kurtuluş savaşını kazanmasından sonra bir dönem komünist olduğunu iddia eden birçok kişi Kemalist olmuştur. Bunun en somut örneği Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir ihanetidir. Ancak bu gelenek sonrasında da devam etmiştir ve Kemalizme bu yakınlık Türkiye’de Marksist bir geleneğin oluşmasının önünde ciddi engeller yaratmıştır. Bugün bile Türkiye solunun büyük bir bölümünün bağımsız bir siyasi özne olamaması ve bilinçli yada bilinçsiz olarak kendine sürekli olarak düzen cephesinden ittifak unsurları aramasının altında yatan tarihsel sebep budur. Marksist bir gelenek yaratamamak Türkiye solcusunda bir aşağılık kompleksi yaratmış ve sınıf uzlaşmacı eğilimleri güçlendirmiştir. Bütün bunların sonucunda Türkiye solu düzen tarafından çok daha kolay manipüle edilebilir bir hale gelmiştir.

İşçi Sınıfı Hareketinin Yükseliş Dönemleri

İşçi sınıfı hareketinin yükseliş dönemleri olarak 60ları, 70lerin ortasından 1980 darbesine kadar olan süreci ve sonrasında 89-90 yılındaki bahar eylemliliklerini ve Zonguldak madenci yürüyüşünü sayabiliriz.

Türkiye’de işçi sınıfının ilk ciddi yükselişi 60lı yıllara denk gelir. Türkiye İşçi Partisi(TİP)’nin kuruluşu, Goodyear ve Kavel grevleri ve daha sonrasında 67 yılında DİSK’in kuruluşu bu dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönem sosyalist hareket ile işçi sınıfı hareketi arasında ilginç bir ilişkiye sahne olmuştur. 12 tane sendikacı, sendikal mücadelenin önündeki engelleri kaldırmak için TİP’i kurmuşlardır. Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluş programında sosyalizm kelimesi geçmemektedir. TİP’in kuruluşundan sonra parti aydınları partiye davet etmiş ve partinin genel başkanı Mehmet Ali Aybar olmuştur. İşçi sınıfı hareketinin yükselişi, sosyalist hareketi partiye davet etmiştir. Bu olgu alışılagelmiş öncülük ilişkisine biraz ters olmakla birlikte ilginç bir deneyim yaratmıştır. Yönetici kurullara %51 işçi kotası koyan TİP, parti içinde Marksist aydınlarla sol sendikalizmin ittifakını kurmuştur. Bu yaklaşım öncülük perspektifini içermediğinden hatalı olsa da, Türkiye’de sosyalist hareket ile işçi sınıfı hareketi ilk kez bu kadar yan yana gelmiştir. Seçimlerde meclise TİPli milletvekillerinin girmesi ve TİP’in toplumsal etkisinin artması işçi sınıfı hareketini Türkiye siyasetinde bir taraf yaparken aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketi için de bir sıçrama tahtası yaratmıştır. Türkiye sosyalist hareketi Kemalizm’den ilk kopuşu da bu dönemde MDD-SD tartışmaları sırasında gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye sosyalist hareketi ile işçi sınıfı hareketinin buluştuğu moment, iki hareketin de tam anlamıyla olgunlaşamamış olmasına rağmen, iki tarafa da ciddi sıçramalar yaşatmıştır. Bu dönemin 15-16 Haziran’daki büyük işçi direnişiyle zirve noktaya ulaştığını ve sonrasında kapandığını söyleyebiliriz.

İkinci dönem olarak tarif edebileceğimiz süreç ise yetmişlerin ortasından başlayarak 12 Eylül’e kadar devam eder. Bu dönemde Türkiye solcusu 12 Mart darbesi ile devrimci demokrasinin sınırlarını görmüştür ve yeni arayışlar içerisine girmiştir. 15-16 Haziran ile tarih sahnesine çıktığını ilan eden ve kendine güvenini kazanmış bir işçi sınıfı da bu arayıştan bağımsız düşünülemez. Bu arayışların sonucu 73 yılıyla başlayarak sosyalist hareketin yeniden toparlanmasıyla birlikte yeni bir işçi sınıfı yükselişine dönüşmüştür. Özellikle TKP’nin 74 Atılımı bu sürece öncülük etmiş ve çok kısa bir sürede çok geniş işçi yığınlarını toparlayabilmeyi ve siyasi arenada gerçek bir aktör haline getirmeyi başarmıştır. Bir önceki dönemin tersine bu dönemde sosyalist hareketin işçi sınıfı hareketini öncelediğini ve ileri çektiğini söyleyebiliriz. Bu dönemdeki işçi sınıfı hareketinin gücü en güzel 1 Mayıslardaki kitlenin niceliği ile ifade edilebilir. 500000 kişinin toplandığı 77 yılındaki Taksim 1 Mayısı ile bu hareket geri düşmeye başlar. TKP’nin Ulusal Demokratik Cephe açılımı ile sosyal demokrasiye yaklaşması ve özellikle DİSK’in sosyal demokrasiye terk edilip içerideki sosyalist kadroların tasfiyesiyle birlikte bu hareket ölüm fermanını imzalar. DİSK bir daha kurtarılamamak üzere sosyal demokrasiye terk edilmiştir. İşçi sınıfı hareketindeki bu düşüşün üzerine, hareketi tamamen Türkiye’den silmek ve neo-liberal politikaların uygulanmasına zemin hazırlamak için 12 Eylül darbesi gelir.

Üçüncü ve son dönem olarak tarif edebileceğimiz süreç ise 89-90 yıllarında gerçekleşen bahar eylemlilikleri ve sonrasındaki Zonguldak yürüyüşüdür. Bu dönem önceki yükseliş dönemleriyle karşılaştırıldığında çeşitli özgünlükler gösterir. Öncelikle bir süreklilik içerisinde ele alabileceğimiz ilk iki dönemden kopuktur. İlk iki dönemde işçi sınıfının bir arayışta olduğundan söz edebiliriz ancak bahar eylemlilikleri süreci bir arayıştan daha fazla bir tepkiyi yansıtır. Bu eylemliliklerin tarihsel önemi işçi sınıfını tarih sahnesinden sildiğini düşünen burjuvaziye kavganın henüz bitmediğini göstermesidir. Temel olarak liberal ekonomi politikalarının getirdiği ekonomik yıkıma ve baskıya karşı bir tepki olarak doğmuştur. Bu yükseliş etkin bir sosyalist özneyle buluşamadığı noktada düzenin verdiği çeşitli sus payları ve sendikal bürokrasinin attığı adımlarla sona ermiştir. 12 Eylül sonrasında Türkiye solunun toparlanmayı bir türlü başaramaması bu sürecin kaybedilmesinin önemli öznel faktörlerinden biridir. Üzerinden 10 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye solu hala darbenin etkisinden kurtulamamıştır bu süreçte. Kuruçeşme toplantıları yapılmış, çok sayıda görüşme olmuş ancak iktidar perspektifi, işçi sınıfını örgütleme hedefi olan güçlü bir siyasi özne ortaya çıkamamıştır.

Bugüne Bakarken…

İşçi sınıfının yükseliş dönemlerinden her birinin özgün koşulları vardır. Bu koşulların büyük bir kısmının tekrarlanamayacağı düşünüldüğünde bundan sonra işçi hareketinde gerçekleşecek yükselişlerin de öncekilere benzemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bahar eylemlilikleri sürecinden sonra işçi sınıfı siyaset sahnesinden çekilmiştir.

Bugün Türkiye’de devlet bir çözülme sürecine girmiştir. Emperyalizm kendi politikalarını uygulatmak için daha pürüzsüz yüzeylere ihtiyaç duymaktadır, bu nedenle iki kutuplu dünyanın varlığında Türkiye’ye tanınan egemenlik alanı daraltılmakta ve devlet aygıtında da bu doğrultuda dönüşümler gerçekleştirilmektedir. Emperyalizmin açılımlarında baş aktör olma adına düzenin siyasi aktörleri arasındaki çatışmaların yer yer sertleşme olasılığı çok fazladır. Burjuva aktörleri arasındaki bu gerilim siyaset sahnesine düşman kardeşler olan iki ideoloji, milliyetçilik ve liberalizm, dolayımıyla yansımaktadır. Bu iki ideolojiden herhangi birinin güç kazanması karşıtını da güçlendirmektedir dolayısıyla aralarında özgün bir karşıtlık ilişkisi olduğundan söz edilebilir. Yaratılan tabloda sosyalist siyasetin gerçek bir taraf olamayıp sıkışma yaşaması, işçi sınıfının ideolojik olarak kuşatılmışlığını göstermektedir. Sosyalist siyasetin ve işçi sınıfı hareketinin toplumsal hafızada köklü bir geleneğe sahip olmaması da işçi sınıfını ve sosyalist siyaseti tablonun dışında kalmasının sebeplerindendir.

İşçi sınıfı hareketindeki yeni bir yükseliş daha önceki dönemlerdekilerden oldukça farklı temellere sahip olacaktır. 1. dönemdeki yükseliş daha çok bir arayış, 3. dönemdeki yükseliş ise bir tepki üzerinden ortaya çıkmıştır ve bu anlamda bu dönemlerde işçi sınıfının kendiliğinden hareketlenmesi daha ağır basmaktadır. 2. dönemde ise özellikle TKP’nin 73 Atılım’ı başta olmak üzere Türkiye solunun örgütlü bir müdahalesi söz konusudur ancak bu dönemde de Türkiye solu işçi sınıfı hareketini yoktan var etmemiş, bir arayış içerisinde olan görece hareketli bir işçi sınıfına örgütlenme noktasında öncülük etmiştir. Oysa içinden geçtiğimiz dönemde işçi sınıfı içerisindeki hareketlilik oldukça azdır ve muhtemelen önümüzdeki dönemdeki işçi hareketindeki yükselişin kendiliğinden yönü önceki dönemlere göre daha az olacaktır. Bunun önemli sebeplerinden biri işçi sınıfının ideolojik ve siyasal olarak çok ciddi bir kuşatma altında olmasıdır. Bu noktada yeni bir işçi sınıfı hareketi için büyük görev sosyalist harekete düşmektedir. Sosyalist hareket işçi sınıfını siyaset sahnesine çıkartabilmek için liberalizm ve milliyetçilik cenderesini kırmalıdır. Peki bu ne kadar olanaklıdır. Bu noktada durumu somutlamak için güncelden örnek vermek gerekiyor.

Hrant Dink’in katledilmesinin sonrasında gelişen olaylar Türkiye’nin siyasi haritasına büyük ölçüde ışık tutmuş durumdadır. Hrant Dink öldürüldükten sonra medyanın yürüttüğü kampanya üzerinden cenazeye on binlerce kişinin katılması ve yapılan “sessiz yürüyüş” düzenin manipülasyon yeteneğini hala koruduğuna dair bir kanıttır. Düzen halkların kardeşliğini savunduğu için öldürülmüş bir aydının cenazesini onu hedef gösterenlere, ABD elçisine ve Ermeni diasporasına kaldırtmış ve bunu on binlerce kişinin yanı sıra devrimci öznelerinde büyük bir bölümünün sahiplenmesini sağlamıştır. Düzenin kitleleri sokağa dökme yeteneğini koruduğunu bir kenara not düşüp devam edelim. Bu cenaze Türkiye’de liberalizmin yükseldiği bir süreci yaratmıştır ancak “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına dönük tepkiler bu sefer milliyetçi kanadın daha da fazla bir güç kazanmasına sebebiyet vermiştir.

Sonuç olarak, düzen orta sınıf tepkiselliği yaratarak Hrant Dink’in cenazesinde ciddi bir kitleyi sokaklara dökmüş, ABD elçisinin, devlet erkanının vs. katılımıyla bu eylemi manipüle etmeyi başarmış ve ülkede liberal dalgayı bir ölçüde yükseltmiştir. Ancak bu cenazeden sonra oluşan tepkilerle birlikte milliyetçi dalga çarpan etkisiyle artmıştır ve bu noktadan sonra liberallerin sesi de daha kısık çıkmaya başlamıştır. Düzen yarattığı bu karşıtlıkta sosyalist siyaseti tablonun dışında bırakmayı başarmıştır ama dengeler daha da kırılgan hale gelmiştir. Özellikle orta sınıflar üzerinden yürüyen bu politizasyon çabası yarattığı taraflaşmayla bir yandan milliyetçilere karşı AB ve ABD ile yakınlaşmayı kanıksatmaya çalışırken bir yandan da halkların birbirine düşman olmasını tetiklemiştir. Bu meseleyle birlikte yükselen Ermeni düşmanlığının, örgütlü bir Kürt düşmanlığına da dönüşmesi ve emperyalist projelere Türkiye’nin ortak olmasında bir kamuoyu desteği yaratması olasıdır. Ancak böyle tehlikeli sulara giren Türkiye burjuvazisi kendini milliyetçilik, liberalizm ikilemiyle kendini korumasının ciddi sınırları vardır. Türkiye burjuvazisi elini ateşe sokmaya başladıktan sonra bu iki ideoloji de bütün kapsayıcılıklarına rağmen bir noktadan sonra yıpranmalar yaşayacaktır. Düzenini bekası için yer yer aynılaşacak yer yer kavgaya tutuşacak bu iki ideoloji ciddi inandırıcılık sorunları ile karşı karşıya kalacaklar ve bu da siyasette bir boşluk yaratacaktır. Sınırların bu derece zorlanması ve Türkiye’nin, ABD projeleri dahilinde Ortadoğu’da, içinden çıkılması çok olası gözükmeyen bir batağa saplanmasıyla yaratılacak boşluk ciddi bir krizin habercisi olacaktır. Türkiye burjuvazisi dönülmez bir yola girmenin eşiğindeyken Türkiye sosyalist hareketi, düzen cephesinde, işçi sınıfını siyaset sahnesine sokabileceği gedikleri aramalıdır. Sosyalist siyasetin bu gediklere yerleşerek düzende onarılamaz yaralar açabileceği tek silah işçi sınıfı yurtseverliğidir. SEKA, Seydişehir ve TEKEL’de yaşanan özelleştirme süreçlerinde işçilerin fabrikalarına sahip çıkarken aynı zamanda ülkelerine sahip çıktıklarını düşünmeleri önemli bir veridir. Bu direnişler sosyalist siyasete somut bir enerji aktaramamıştır. Bu noktada Türkiye sosyalist hareketinin güçsüzlüğü ve burjuva siyasetinin manipülasyon yeteneği atlanmamalıdır. Ancak bu süreçlerden ders çıkartmak bizim için önemlidir. Düzenin ideolojik olarak manipülasyon yeteneğini kaybettiği bir süreçte işçi sınıfı yurtseverliği ile yapılacak bir çıkış liberalizm-milliyetçilik cenderesini kırmanın tek yoludur. Bunun için daha fazla fabrikada daha fazla işçi ve Türkiye toplumuna yurtsever kimliğini ve samimiyetini, eylemleriyle ve duruşuyla kanıtlamış bir özne gereklidir.

13.02.2007

Hiç yorum yok: