28 Mayıs 2008 Çarşamba

Neden yeni anayasa?

Anayasa bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini ve bu devletin yönetim biçimini belirleyen, o devletin temel kanunudur. Bu yazı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) neden mevcut anayasayı değiştirmek istediğini, özellikle 1961 ve 1982 yıllarında yaşanan anayasa değişikliklerinden yola çıkarak ele alacak ve bu anayasalar ile ortaya çıktıkları dönemlerin ilişkisini kurmaya çalışacaktır.

Anayasalar ülke ve dünya konjonktüründen bağımsız metinler değillerdir ve bu nedenle yazıldıkları dönemlerin siyasal ve ekonomik koşulları tarafından belirlenirler. Anayasa değişiklikleri, mevcut anayasanın egemen sınıfın ihtiyaçlarını azami ölçüde karşılayamamasından dolayı gündeme gelir. Bu noktada yeni hazırlanan anayasa ülkenin ve dünyanın politik ve ekonomik durumunu da göz önünde bulundurarak egemen sınıfın ihtiyaçlarına azami ölçüde cevap verebilecek bir şekilde hazırlanır. Belki ilk anayasa olarak tarif edebileceğimiz Manga Carta’dan itibaren dünya üzerinde yazılmış bütün anayasalar belirli sınıfsal dengelerin korunması ya da dönüştürülmesi amacını taşımıştır.

Bu noktada ilk olarak 1961 Anayasasını ele almak gereklidir. Birçok kişi tarafından solcu anayasa olarak bilinen bu anayasanda, 24 anayasasından farklı olarak, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiş, temel hak ve özgürlükler daha geniş ve net bir biçimde tanımlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir sosyal devlet olarak tanımlanmıştır. Bu değişiklikleri ordunun ilericiliğine atfedenler olmuştur ancak ilk açıklamasında NATO’ya ve CENTO’ya bağlı olduğunu belirten bir darbeci klikten ilericilik beklemenin sağlam bir hayal gücü gerektirdiği gerçeği düşünüldüğünde bu değişiklikleri anlamlandırmak için dönemin politik ve ekonomik durumu incelenmelidir. 1929 krizinden sonra dünya çapında Keynesçi iktisadi görüş ağırlık kazanmıştır. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın yeniden inşası sermayeye yeni kapılar açmıştır. Ekonomistler tarafından kapitalizmin altın çağı olarak tanımlanan bu dönemde özellikle gelişmekte olan ülkelerde iç pazara dayalı kalkınma modeli olan ithal ikamesi uygulanmıştır. Bu sisteme göre gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkeler yarı mamül ürünler ve teknoloji başlıklarında dışa bağımlı olmakla birlikte kendi ülkelerinde kurdukları üretim tesislerinde, içpazarın talebini karşılayacak ürünler üretmişlerdir. Bu ürünler, emperyalist ülkelerde üretilenler kadar kaliteli olmadığı ve ucuza mal edilemediği için çoğu durumda ihracat açısından elverişsiz olsa dahi iç pazarda ciddi bir karşılık bulmuş ve ekonomik ilerleme bu dolayımla sağlanmıştır. İç pazara dönük bir ekonomik modelde işçi ücretlerinin arttırılması, kapitalizm açısından tolere edilebilir bir durumdur. Çünkü işçi ücretlerindeki artış dolaylı olarak fiyatlara yansıyacak ve kapitalistler bir cebinden aldıklarını diğer ceplerine koyacaktır. Bütün bu sayılan sebepler ve bunların hepsinden daha da önemli olarak 2. Dünya Savaşından büyük bir prestij ile çıkan ve işçi hakları, çalışma koşulları ve ekonomik refah anlamında çok yüksek standartlara sahip olan Sovyetler Birliği’nin varlığı özellikle Avrupa’da olmak üzere bütün dünyada ve Türkiye’de de sosyal devlet uygulamasına başlanmasına ve işçi sınıfına bazı hakların tanınmasına yol açmıştır. Sovyetler Birliği’nin çok kötü şartlarda çalışan işçiler için bir cazibe merkezi olacağını düşünen diğer kapitalist ülkeler gibi Türkiye’de de ithal ikamesi modelinin sağladığı kolaylıklarla beraber anayasadan başlayarak işçi sınıfına çeşitli haklar tanınmış ve görece daha özgür bir ortam oluşmuştur. 12 Mart darbesi ile birlikte bu hakların bir bölümü geri alınmış olsa da bu süreç 70li yılların sonuna kadar devam etmiştir.

82 anayasasının hazırlanmasında özellikle 1973 yılında yaşanan petrol krizi ve sonrasında dünya çapında kapitalist-emperyalist sistemin neo-liberalizm saldırısını başlatması etkili olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında altın çağını yaşayan kapitalizm yeni kar alanları bulmakta zorlanmaya başlamıştır, bu durum 70lere gelindiğinde ciddi bir sorun yaratmaya başlamış ve özellikle 73 petrol krizi ile birlikte bir şeyleri değiştirmenin gerekli olduğu kapitalistler tarafından anlaşılmıştır. Temelde Sovyetler Birliği’nin varlığından kaynaklı olarak sermayenin kar sağlayamadığı coğrafyaların olması, sosyal devlet politikaları ve reel ücretlerin yüksek olması sonucunda gelinen noktada kapitalizm ileri bir adımı zorlamak zorunda kalmıştır. Daha sonrasında gerçekleşecek karşı-devrimci darbelerin ve hareketlerin bir örneği durumunda olan Şili darbesinin de petrol krizi ile aynı yılda gerçekleşmesi bir tesadüf sayılamaz. Darbe sonrası diktatör Pinochet’in danışmanlığını Monetarizmin kurucusu olan Friedmann’ın yapması ve uyguladığı ekonomik politikalar da kapitalizmin o dönemde girdiği yönelimin açık bir kanıtıdır. 1973 yılından 12 Eylül 1980’e kadar geçen sürede dünya çapında bir karşı devrimci dalga söz konusudur. Bu karşı devrimci dalga geçtiği her yerde neoliberal politikaların uygulanmasına bir zemin hazırlayabilmek amacıyla sol güçleri ve işçi sınıfının kazanılmış haklarını tasfiye eden bir işlev görmüştür.

Türkiye’de bu süreç 12 Eylül askeri darbesi ile gerçekleşmiştir. 1 Mayıs 1977’deki katliamdan sonra birden bire sokak çatışmalarının artması ve her gün onlarca gencin katledilmesi, birileri tarafından düğmeye basıldığının göstergesi olmuştur. Artık Türkiye sermaye sınıfı işçi sınıfının kazanılmış haklarını kaldıramaz bir pozisyona gelmiştir ve 12 Eylül’e kadar geçen süreçte kontrgerilla provokasyonları ile sol marjinalleşmeye zorlanmıştır. 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlar, 12 Eylül’ün ve 82 anayasasının karakterini çok iyi yansıtmaktadır. Gerçekleşen darbe ve sonrasında hazırlanan anayasa, dünya çapında süregiden neoliberal saldırının Türkiye ayağını oluşturmaktadır. 82 anayasası sol güçlerin tamamen bastırıldığı bir nesnellikte, işçi sınıfının kazanımlarının geri alındığı bir anayasa olmuştur ve bu süreç ile birlikte özelleştirmeler ve sosyal devlet kazanımlarına karşı bir saldırı başlamıştır.

Neden Yeni Anayasa?

Tüm bu söylediklerimizden sonra 82 anayasası gibi liberalleşmenin önünü açan ve baskıcı bir anayasanın bugün neden değiştirilmek istendiği sorusu önümüzde durmaktadır. 82 anayasası ne kadar gerici ve piyasacı bir anayasa olursa olsun, Sovyetler Birliği’nin yaşamakta olduğu bir dönemde hazırlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin varlığı sırasında kendisine bağlı olmakla birlikte güçlü bir ulusal birim olarak Sovyet tehdidine karşı durabilecek ulus devletler isteyen emperyalizmin ihtiyaçları, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile birlikte farklılaşmıştır. Bugüne kadar ABD’ye müttefik olarak tanımlasalar dahi birçok gelişmekte olan ülke Sovyet tehdidini göstererek emperyalizm ile çeşitli noktalarda pazarlık yapabilmiş ve kısmen dahi olsa kendi egemenlik noktalarını koruyabilmiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nin var olmadığı bir dünyada emperyalizm, egemenlik alanı daraltılmış ve emperyalizm projelerine daha pürüzsüz yüzeyler sunarak uyum sağlayacak devletler istemektedir. Kısacası Türkiye’de emperyalizmin birincil aktörü olan AKP tarafından sivil anayasa olarak pazarlanmaya çalışılan anayasa, egemenliğin daha fazla Washington ve Brüksel’e devredildiği bir ülke yaratmakta ve emperyalist projelere karşı devlet mekanizmasının içinden çıkabilecek pürüzleri etkisizleştirmeyi planlamaktadır. Egemenlik başlığı altındaki “Milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır.” maddesi bunun en güzel göstergesidir. Aynı şekilde AB anayasa taslağının da öngördüğü şekilde devletin içindeki yüksek yargı, bürokrasi ve benzeri kurumların yetkilerinin kısıtlanması da emperyalizm için daha pürüzsüz yüzeyler yaratılmasına katkıda bulunacaktır. Özellikle yerelleştirmeler ile birlikte, devletin yetkilerinin büyük bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesi bütün bu kademelerde özelleştirmelerin ve piyasalaştırmaların önünü açacaktır. Bugüne kadar kaldırım döşeterek birilerini zengin eden belediyeler bundan sonra daha büyük rant kapılarını çevrelerine açabilecektir.

Bütün bu bahsettiklerimizden çıkan sonuç şudur ki kapitalist sistem kendi koyduğu en gerici yasalara dahi uyamamakta ve daha gerici yasalara ihtiyaç duymaktadır. Bu anlamda AKP’nin sivil anayasa diye pazarlamaya çalıştığı yeni anayasa taslağı ülkemize daha fazla bağımlılıktan ve liberalleşmeden başka bir şey vaat etmemektedir. Memleketine sahip çıkan, emekten yana hukukçulara düşen görev ise AKP’nin anayasasına 12 Eylül’ün gerici anayasa mekanizmasına yaslanarak değil kendi toplumcu anayasa projesini bir alternatif olarak ortaya koyarak karşı çıkmaktır.
17 Kasım 2007

Hiç yorum yok: